ALLAH İÇİN YAŞAMAK
De ki: «Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin
Rabbi olan Allah’ındır.» (E’nam Suresi, 162)
HARUN YAHYA (ADNAN OKTAR)
OKUYUCUYA
• Bu kitapta ve diğer çalışmalarımızda evrim teorisinin
çöküşüne özel bir yer ayrılmasının nedeni, bu teorinin her türlü din aleyhtarı
felsefenin temelini oluşturmasıdır. Yaratılışı ve dolayısıyla Allah'ın
varlığını inkar eden Darwinizm, 150 yıldır pek çok insanın imanını kaybetmesine
ya da kuşkuya düşmesine neden olmuştur. Dolayısıyla bu teorinin bir aldatmaca
olduğunu gözler önüne sermek çok önemli bir imani görevdir. Bu önemli hizmetin
tüm insanlarımıza ulaştırılabilmesi ise zorunludur. Kimi okuyucularımız belki
tek bir kitabımızı okuma imkanı bulabilir. Bu nedenle her kitabımızda bu konuya
özet de olsa bir bölüm ayrılması uygun görülmüştür.
• Belirtilmesi gereken bir diğer husus, bu kitapların
içeriği ile ilgilidir. Yazarın tüm kitaplarında imani konular, Kuran ayetleri
doğrultusunda anlatılmakta, insanlar Allah'ın ayetlerini öğrenmeye ve yaşamaya
davet edilmektedir. Allah'ın ayetleri ile ilgili tüm konular, okuyanın aklında
hiçbir şüphe veya soru işareti bırakmayacak şekilde açıklanmaktadır.
• Bu anlatım sırasında kullanılan samimi, sade ve akıcı
üslup ise kitapların yediden yetmişe herkes tarafından rahatça anlaşılmasını
sağlamaktadır. Bu etkili ve yalın anlatım sayesinde, kitaplar "bir solukta
okunan kitaplar" deyimine tam olarak uymaktadır. Dini reddetme konusunda
kesin bir tavır sergileyen insanlar dahi, bu kitaplarda anlatılan gerçeklerden
etkilenmekte ve anlatılanların doğruluğunu inkar edememektedirler.
• Bu kitap ve yazarın diğer eserleri, okuyucular
tarafından bizzat okunabileceği gibi, karşılıklı bir sohbet ortamı şeklinde de
okunabilir. Bu kitaplardan istifade etmek isteyen bir grup okuyucunun kitapları
birarada okumaları, konuyla ilgili kendi tefekkür ve tecrübelerini de
birbirlerine aktarmaları açısından yararlı olacaktır.
• Bunun yanında, sadece Allah rızası için yazılmış olan
bu kitapların tanınmasına ve okunmasına katkıda bulunmak da büyük bir hizmet
olacaktır. Çünkü yazarın tüm kitaplarında ispat ve ikna edici yön son derece
güçlüdür. Bu sebeple dini anlatmak isteyenler için en etkili yöntem, bu
kitapların diğer insanlar tarafından da okunmasının teşvik edilmesidir.
• Kitapların arkasına yazarın diğer eserlerinin
tanıtımlarının eklenmesinin ise önemli sebepleri vardır. Bu sayede kitabı eline
alan kişi, yukarıda söz ettiğimiz özellikleri taşıyan ve okumaktan hoşlandığını
umduğumuz bu kitapla aynı vasıflara sahip daha birçok eser olduğunu görecektir.
İmani ve siyasi konularda yararlanabileceği zengin bir kaynak birikiminin
bulunduğuna şahit olacaktır.
• Bu eserlerde, diğer bazı eserlerde görülen, yazarın
şahsi kanaatlerine, şüpheli kaynaklara dayalı izahlara, mukaddesata karşı
gereken adaba ve saygıya dikkat etmeyen üsluplara, burkuntu veren ümitsiz,
şüpheci ve ye'se sürükleyen anlatımlara rastlayamazsınız.
YAZAR ve ESERLERİ
HAKKINDA
Harun Yahya müstear ismini kullanan yazar Adnan Oktar, 1956 yılında
Ankara'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Ankara'da tamamladı. Daha sonra
İstanbul Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde ve İstanbul
Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde öğrenim gördü. 1980'li yıllardan bu yana,
imani, bilimsel ve siyasi konularda pek çok eser hazırladı. Bunların yanı sıra,
yazarın evrimcilerin sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve
Darwinizm'in kanlı ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok
önemli eserleri bulunmaktadır.
Harun Yahya'nın eserleri yaklaşık 40.000 resmin yer aldığı toplam 55.000
sayfalık bir külliyattır ve bu külliyat 73 farklı dile çevrilmiştir.
Yazarın müstear ismi, inkarcı düşünceye karşı mücadele eden iki
peygamberin hatıralarına hürmeten, isimlerini yad etmek için Harun ve Yahya
isimlerinden oluşturulmuştur. Yazar tarafından kitapların kapağında
Resulullah'ın mührünün kullanılmış olmasının sembolik anlamı ise, kitapların
içeriği ile ilgilidir. Bu mühür, Kuran-ı Kerim'in Allah'ın son kitabı ve son
sözü, Peygamberimiz (sav)'in de hatem-ül enbiya olmasını remzetmektedir. Yazar
da, yayınladığı tüm çalışmalarında, Kuran'ı ve Resulullah'ın sünnetini kendine
rehber edinmiştir. Bu suretle, inkarcı düşünce sistemlerinin tüm temel
iddialarını tek tek çürütmeyi ve dine karşı yöneltilen itirazları tam olarak
susturacak "son söz"ü söylemeyi hedeflemektedir. Çok büyük bir hikmet
ve kemal sahibi olan Resulullah'ın mührü, bu son sözü söyleme niyetinin bir
duası olarak kullanılmıştır.
Yazarın tüm çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak,
böylelikle insanları Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret gibi temel imani
konular üzerinde düşünmeye sevk etmek ve inkarcı sistemlerin çürük temellerini
ve sapkın uygulamalarını gözler önüne sermektir.
Nitekim Harun Yahya'nın eserleri Hindistan'dan Amerika'ya, İngiltere'den
Endonezya'ya, Polonya'dan Bosna Hersek'e, İspanya'dan Brezilya'ya, Malezya'dan
İtalya'ya, Fransa'dan Bulgaristan'a ve Rusya'ya kadar dünyanın daha pek çok
ülkesinde beğeniyle okunmaktadır. İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca,
İspanyolca, Portekizce, Urduca, Arapça, Arnavutça, Rusça, Boşnakça, Uygurca,
Endonezyaca, Malayca, Bengoli, Sırpça, Bulgarca, Çince, Kishwahili (Tanzanya'da
kullanılıyor), Hausa (Afrika'da yaygın olarak kullanılıyor), Dhivelhi
(Mauritus'ta kullanılıyor), Danimarkaca ve İsveçce gibi pek çok dile çevrilen
eserler, yurtdışında geniş bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Dünyanın dört bir yanında olağanüstü takdir toplayan bu eserler pek çok
insanın iman etmesine, pek çoğunun da imanında derinleşmesine vesile
olmaktadır. Kitapları okuyan, inceleyen her kişi, bu eserlerdeki hikmetli,
özlü, kolay anlaşılır ve samimi üslubun, akılcı ve ilmi yaklaşımın farkına
varmaktadır. Bu eserler süratli etki etme, kesin netice verme, itiraz
edilemezlik, çürütülemezlik özellikleri taşımaktadır. Bu eserleri okuyan ve
üzerinde ciddi biçimde düşünen insanların, artık materyalist felsefeyi, ateizmi
ve diğer sapkın görüş ve felsefelerin hiçbirini samimi olarak savunabilmeleri
mümkün değildir. Bundan sonra savunsalar da ancak duygusal bir inatla
savunacaklardır, çünkü fikri dayanakları çürütülmüştür. Çağımızdaki tüm inkarcı
akımlar, Harun Yahya Külliyatı karşısında fikren mağlup olmuşlardır.
Kuşkusuz bu özellikler, Kuran'ın hikmet ve anlatım çarpıcılığından
kaynaklanmaktadır. Yazarın kendisi bu eserlerden dolayı bir övünme içinde
değildir, yalnızca Allah'ın hidayetine vesile olmaya niyet etmiştir. Ayrıca bu
eserlerin basımında ve yayınlanmasında herhangi bir maddi
kazançhedeflenmemektedir.
Bu gerçekler göz önünde bulundurulduğunda, insanların görmediklerini
görmelerini sağlayan, hidayetlerine vesile olan bu eserlerin okunmasını teşvik
etmenin de, çok önemli bir hizmet olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu değerli eserleri tanıtmak yerine, insanların zihinlerini bulandıran,
fikri karmaşa meydana getiren, kuşku ve tereddütleri dağıtmada, imanı
kurtarmada güçlü ve keskin bir etkisi olmadığı genel tecrübe ile sabit olan
kitapları yaymak ise, emek ve zaman kaybına neden olacaktır. İmanı kurtarma
amacından ziyade, yazarının edebi gücünü vurgulamaya yönelik eserlerde bu
etkinin elde edilemeyeceği açıktır. Bu konuda kuşkusu olanlar varsa, Harun
Yahya'nın eserlerinin tek amacının dinsizliği çürütmek ve Kuran ahlakını yaymak
olduğunu, bu hizmetteki etki, başarı ve samimiyetin açıkça görüldüğünü
okuyucuların genel kanaatinden anlayabilirler.
Bilinmelidir ki, dünya üzerindeki zulüm ve karmaşaların, Müslümanların
çektikleri eziyetlerin temel sebebi dinsizliğin fikri hakimiyetidir. Bunlardan
kurtulmanın yolu ise, dinsizliğin fikren mağlup edilmesi, iman hakikatlerinin
ortaya konması ve Kuran ahlakının, insanların kavrayıp yaşayabilecekleri
şekilde anlatılmasıdır. Dünyanın günden güne daha fazla içine çekilmek
istendiği zulüm, fesat ve kargaşa ortamı dikkate alındığında bu hizmetin elden
geldiğince hızlı ve etkili bir biçimde yapılması gerektiği açıktır. Aksi halde
çok geç kalınabilir.
Bu önemli hizmette öncü rolü üstlenmiş olan Harun Yahya Külliyatı,
Allah'ın izniyle, 21. yüzyılda dünya insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur ve
barışa, doğruluk ve adalete, güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile
olacaktır.
Bu kitapta kullanılan ayetler, Ali Bulaç'ın
hazırladığı
"Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
"Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
4. Baskı:Mart 2000, 5.
Baskı:Temmuz 2001, 6. Baskı: Ağustos 2001,
7. Baskı:Aralık 2002, 8. Baskı: Ağustos 2005, 9. Baskı: Ekim 2005,
10. Baskı: Şubat 2006, 11. Baskı: Ağustos 2006, 12. Baskı: Ekim 2007,
13. Baskı:Mart 2008, 14. Baskı: Mart 2010, 15. Baskı: Mart 2013,
16. Baskı: Temmuz 2014
7. Baskı:Aralık 2002, 8. Baskı: Ağustos 2005, 9. Baskı: Ekim 2005,
10. Baskı: Şubat 2006, 11. Baskı: Ağustos 2006, 12. Baskı: Ekim 2007,
13. Baskı:Mart 2008, 14. Baskı: Mart 2010, 15. Baskı: Mart 2013,
16. Baskı: Temmuz 2014
ARAŞTIRMA YAYINCILIK
Kayışdağı Mah. Değirmen sokak No: 3
Ataşehir - İstanbul / Tel: (0216) 660 0059
Baskı: Doğa Basım İleri Matbaacılık San. Tic. Ltd.
Şti.
İkitelli Org. Sanayi Bölgesi, Turgut Özal Cad.
Çelik Yenal Endüstri Merkezi No 117/ 2A-2B
İkitelli - İstanbul / Tel: (0212) 407 0900
www.harunyahya.org
- www.harunyahya.net
www.hayunyahya.tv - www.a9.com.tr
www.hayunyahya.tv - www.a9.com.tr
İÇİNDEKİLER
MÜSLÜMANIN HAYATININ AMACI: ALLAH RIZASI...... 33
Allah Rızası için Ciddi Bir Çaba................................................................ 37
Nefsini Tanımak......................................................................................... 43
Şirkten Kaçınmak....................................................................................... 44
ALLAH RIZASININ EN ÇOĞUNU ARAMAK....................... 48
Allah Rızasının Anahtarı: Vicdan............................................................... 58
Allah için Sevmek...................................................................................... 59
Mümin Özellikleri....................................................................................... 66
Müminlere Yapılan Baskılar...................................................................... 71
CAHİLİYE TOPLUMUNDA HAYAT..................................... 76
Cahiliye Toplumunda İnsan Değerlendirmenin Ölçüsü.............................. 84
Maddi Değerlere Aşırı Önem Verenler....................................................... 90
Cahiliye Toplumunda Çarpık Ahlak Anlayışı............................................ 93
Sonsuza Kadar Yaşama İsteği.................................................................... 94
Cahiliye Toplumundaki Din Anlayışı......................................................... 99
ALLAH'TAN BAŞKA İLAHLAR EDİNENLERİN
EBEDİ MEKANI: CEHENNEM............................................ 103
EBEDİ MEKANI: CEHENNEM............................................ 103
YALNIZCA ALLAH'IN RIZASINI ARAYANLARIN
EBEDİ MEKANI: CENNET.................................................. 105
EBEDİ MEKANI: CENNET.................................................. 105
DARWINİZM'İN ÇÖKÜŞÜ................................................... 108
YARATILIŞ GERÇEĞİ
Balinalar ve yunuslar, "deniz memelileri" olarak bilinen canlı
grubunu oluştururlar. Bu canlılar memeli sınıfına dahildir, çünkü aynen
karadaki memeli canlılar gibi doğurur, emzirir, akciğerle nefes alır ve
vücutlarını ısıtırlar. Ancak bu canlıların vücut yapıları diğer memelilerden
oldukça farklıdır. Deniz memelileri tamamen suda yaşamak için yaratılmış özel
vücut sistemlerine sahiptirler.
www.yaratilis.com
Her mevsimde ayrı özelliklerde meyvelerin bulunması büyük bir nimettir.
Kışın insanların en fazla vitamine ihtiyaçları oldukları dönemde, mandalina,
portakal ve greyfurt gibi C vitamini yönünden zengin meyvelerin olması; yazın
da insanların susuzluğunu gidererek ferahlamalarını sağlayan kiraz, kavun,
karpuz, şeftali gibi bol sulu meyvelerin çıkması Allah'ın insanlara bir lütfu
ve nimetidir.
www.dunyadanyankilar.com
İnsan, giysisini, saatini ya da oturduğu koltuğu bir süre sonra
hissetmemeye başlar. Çünkü insan derisindeki alıcılar belirli bir süre sonra
beyne, cilde temas eden madde ile ilgili sinyalleri göndermeyi durdurur ve cilt
bu maddeye karşı alışkanlık kazanır. Allah'ın insan için büyük bir nimet olarak
yarattığı, bu "alışma" mekanizması olmasaydı giyinmek gibi sıradan
bir olay bile büyük bir sıkıntı haline gelirdi.
www.kuranmucizeleri.org
Uzun süre fillerin iletişim sistemlerini inceleyen bilim adamları, fillerin
insanların duyamadığı ses tonları olan infraseslerle iletişim kurduklarını
belirlemiştir. Çok güçlü ancak düşük frekanslı sesler olan infrasesler,
insanlar tarafından yalnızca özel kayıt cihazlarıyla duyulabilir. Ancak filler
bu özel sesler aracılığıyla uzun mesafeli bir çağrıyı uygun hava koşullarında
10 km´lik mesafelere bile duyurabilmektedir.
www.hayvanlaralemi.net
Bir kurşun kalemin silgisi büyüklüğündeki bu küçük kuş, vücudundaki
kusursuz sistemlerle Allah'ın üstün yaratmasını bize tanıtan canlılardandır.
Sinekkuşu göçmen kuşların en küçüğüdür. Ağırlığı 3 gr olan bu olağanüstü göçmen
yılda 6.000 km'den fazla yol kat eder. Yola çıkmadan önce ağırlığını iki katına
çıkarır (6 gram). Bu enerji rezervi ona Meksika Körfezi'ni hiç duraklamadan
geçme imkanı verir. Saatte 40 km hızla 900 km yol kat eder.
Geyikler ortamın güvensiz olduğunu anladıklarında ön ayaklarından birini
yere vurarak diğer geyiklere tehlikeyi haber verirler. Eğer tehlikenin yakında
olduğunu anlarlarsa hem ön ayaklarından birini yere vururlar hem de
kuyruklarını dikleştirerek sarkaç gibi sallamaya başlarlar. Narin yapısıyla
yırtıcı hayvanlara kolayca yem olabilecek bu sevimli canlılar, ancak birlikte
hareket ederek korunabilmektedir.
www.detaysanati.net
Aynı türdeki bitkiler dünyanın neresine giderseniz gidin aynı özelliklere
sahiptirler. Karpuz her yerde karpuzdur, rengi, lezzeti, kokusu hep aynıdır.
Gül, çilek, karanfil, çınar kısacası tüm bitkiler aynı türde hep aynı
özelliklere sahiptir. Yapraklar dünyanın her yerinde fotosentez yaparlar.
Benzersiz taşıma sistemleri tüm bitkilerde vardır. Bu mekanizmaların,
evrimcilerin iddia ettikleri gibi, tesadüfen oluşması imkansızdır. Bitkileri
yaratan Yüce Allah’tır.
İnsan beyninde yaklaşık 0.5 gr. ağırlığında, bezelye tanesi büyüklüğünde
bir et parçası olan "Hipofiz bezi", yeryüzünün en kompleks, en
hatasız ve en hayati idarecisi olarak yaratılmıştır. Hipofiz bezi sonsuz ilim
sahibi Yüce Allah'ın kontrolü ile sayısız hormona görevler dağıtır, hiçbir
aksama olmadan her birini denetler. Bu sayede aynı anda başımızı ve kollarımızı
hareket ettirir, duyar, görür, gülümser, konuşur ve dokunuruz.
Küçük bir yaprağın gerçekleştirdiği “fotosentez” işlemi, insan dahil tüm
canlıların yeryüzünde yaşamlarını sürdürebilmesinin başlıca sebeplerinden
biridir. Bir yaprağın sadece 1 milimetrekaresinde 500 bin adet klorofil
bulunur. Klorofilin içindeki karmaşık işlemin hızı saniyenin on milyonda biri
kadardır. Üstelik bu işlem her klorofil molekülünde ayrı ayrı
gerçekleşmektedir.
www.hayatinkokeni.com
Yaklaşık 300 milyon yıldır varlıklarını devam ettiren deniz kestaneleri, bu
zaman zarfında hiçbir değişikliğe uğramamışlar, herhangi bir evrimsel süreçten
geçmemişlerdir. Resimdeki fosil 150 milyon yıllıktır. Deniz kestanelerinin
yumuşak bedenleri, üzerlerindeki dikenler tarafından düşmanlara karşı korunur.
Hareketli olan bu dikenler, bazı türlerde zehirlidir ve kimi zaman uzunlukları
30 cm'yi bulmaktadır.
www.canlilarinevrimi.com
Dönem:
Mezozoik zaman, Jura dönemi
Yaş:
150 milyon yıl
Bölge:
Madagaskar
Altta
sağda milyonlarca yıldır hiçbir değişikliğe uğramamış olan günümüz deniz
kestaneleri görülüyor.
Fosiller, canlıların eksiksiz ve kusursuz yapılarıyla bir anda ortaya
çıktıklarını ve var oldukları müddetçe değişmediklerini göstermektedir.
Evrimcilerin açıklayamayacakları örneklerden biri de, amber içinde 25 milyon
yıllık at nalı yengeci böceği fosilidir.
www.evrimcilerinitiraflari.com
At
nalı yengeci böcekleri, evrime meydan okumaktadır.
Altta
amber içinde 25 milyon yaşındaki at nalı yengeci böceği fosili, solda ise
günümüzde yaşayan bir örneği görülmektedir.
Fosil kayıtlarının en belirgin özelliklerinden biri, canlıların bu
kayıtlarda gözlemlendikleri jeolojik dönemler boyunca değişime uğramamalarıdır.
Diğer bir deyişle, bir canlı türü, fosil kayıtlarında ilk olarak nasıl
belirdiyse, bu tür yok olana kadar veya günümüze gelene kadar on milyonlarca,
hatta yüz milyonlarca yıl boyunca hiçbir değişim göstermemekte, aynı yapıyı
korumaktadır. Bu, canlıların hiçbir evrime uğramadıklarının açık bir delilidir.
Günümüz
sivrisineklerine bir örnek
Dönem:
Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş:
50 milyon yıl
Bölge:
Polonya
Eucnemidae familyasına dahil olan
bu böcekler, genellikle kahverengi veya siyah renkli olup, daha çok ormanlık
alanlarda yaşarlar. Fosiller, yalancı klik böceklerinin hep yalancı klik böceği
olarak var olduklarını, başka bir canlıdan türemediklerini, herhangi bir
değişime uğramadıklarını göstermektedir. Aradan geçen on milyonlarca yıla
rağmen hiç değişmeyen yalancı klik böcekleri, Darwinistlerin iddialarını
yalanlamaktadır.
www.yasayanfosiller.com
Dönem:
Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş:
45 milyon yıl
Bölge:
Rusya
Fosildeki
örneği ile aynı özelliklere sahip günümüz yalancı klik böceği görülüyor.
Çoğunlukla Kuzey Amerika'da yaşayan çamur balıkları, kel turnalar takımına
dahildir ve milyonlarca yıldır aynı kalan canlılardan biridir. Söz konusu
balıkların çok sayıda fosili elde edilmiştir. Bu fosiller, çamur balıklarının
sahip oldukları tüm özelliklerle bir anda belirdiklerini ve on milyonlarca
yıldır hiçbir değişikliğe uğramadıklarını göstermektedir.
Dönem:
Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş:
54 - 37 milyon yıl
Bölge:
Messel Oluşumu, Almanya
Günümüz
çamur balığı
Darwinistlerin iddialarını yalanlayan canlılardan biri olan yürüyen çalı
böcekleri, uzun ince bir bedene sahiptirler. Yapıları, görünümleri ve
özellikleri on milyonlarca yıldır hiç değişmemiştir. 45 milyon yıldır aynı
kalan bu böcekler, canlıların küçük değişiklikler geçirerek geliştikleri
iddiasında olan evrimin geçersizliğini gözler önüne sermektedir.
www.evrimefsanesi.com
Dönem:
Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş:
45 milyon yıl
Bölge:
Rusya
Yanda
milyonlarca yıl boyunca hiç değişmeyen günümüz yürüyen çalı böceği görülüyor.
Fosil kayıtlarının böceklerin kökeni konusunda ortaya koyduğu bilgiler,
canlıları Allah'ın yarattığı gerçeğini bir kez daha doğrulamaktadır. Fransız
zoolog Paul Pierre Grassé de evrim teorisinin böceklerin kökenini açıklamaktan
aciz olduğunu şöyle itiraf etmektedir:
"Böceklerin kökeni konusunda tam bir karanlık içindeyiz."
(Pierre-P Grassé, Evolution of Living Organisms, New York: Academic Press,
1977, s. 30)
www.bbcyanilgilari.com
Dönem:
Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş:
50 milyon yıl
Bölge:
Polonya
Günümüz
bitki piresi
45 milyon yıl önce amber içinde kalarak bugüne kadar gelmiş olan bu yaban
arısı türü, parazit olarak yaşayan bir canlıdır. Günümüzde tanımlanmış yaklaşık
12.000 türü vardır ve hatta dünya geneline yayılmış olarak 40.000-50.000
türünün yaşadığı tahmin edilmektedir. Bu yaban arıları yumurta bırakmak için
diğer böcek türlerini seçer ve bunları felç ederler.
www.darwinistneleridusunmez.com
Dönem:
Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş:
45 milyon yıl
Bölge:
Rusya
Yandaki
resimde , milyonlarca yıldır hiç değişmeyen günümüz yaban arılarına bir örnek
görülüyor.
Kanatlı karınca türünün 5 - 8 mm uzunluğunda iki uzun kanadı vardır. Yuvaların su ve
yiyecek kaynaklarına yakın yapan bu karıncalar milyonlarca yıldır hiçbir
değişikliğe uğramamışlardır. 25 milyon yıllık amber içindeki kanatlı karınca
fosili, söz konusu canlıların milyonlarca yıldır aynı olduklarını, yani evrim
geçirmediklerini göstermektedir.
www.yaratilismuzesi.com
Dönem:
Senozoik zaman, Oligosen dönemi
Yaş:
25 milyon yıl
Bölge:
Dominik Cumhuriyeti
Milyonlarca
yıldır var olan günümüz kanatlı karıncası
Yaprak biti, bitkilerle beslenen ve Aphidoidea alt familyasına dahil olan
bir böcek türüdür. Bilinen yaklaşık 4000 tür yaprak biti vardır ve bunlar 10
familyada toplanırlar. Bugüne kadar tespit edilmiş en eski yaprak biti türleri
Karbonifer döneminde (354 - 290 milyon yıl) yaşamıştır. Ve aradan geçen 300
milyon yıldan daha uzun süreye rağmen en küçük bir değişikliğe uğramamıştır.
www.evrimaldatmacasi.com
Günümüz
yaprak biti
Dönem:
Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş:
50 milyon yıl
Bölge:
Polonya
Baş kısmının öne doğru uzamasıyla dikkat çeken bu kınkanatlı böcek türü 45
milyon yıldır amber içinde muhafaza edilmiştir. Böceğin günümüzdeki örneği ile
amber içindeki fosili karşılaştırıldığında milyonlarca yıldır hiçbir değişiklik
göstermediği açıkça anlaşılmaktadır. Bu da evrim teorisinin zaman içinde küçük
değişikliklerle türlerin yeni türlere dönüşmesi iddiasının hiçbir
geçerliliğinin olmadığını açıkça göstermektedir.
Dönem:
Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş:
45 milyon yıl
Bölge:
Rusya
Günümüz
geniş hortumlu böceği
Balon balığı milyonlarca yıldır hiçbir değişime uğramadan varlığını devam
ettirmektedir. 95 milyon yıl önce yaşayan balon balıklarıyla, bugün
yaşayanların tamamen aynı olması, evrimcilerin asla açıklayamayacakları bir
durumdur. Fosillerin gösterdiği gerçek, canlıları Allah'ın yarattığıdır.
www.evrimefsanesi.com
Günümüzde
yaşayan balon balığı (yanda) Altta ise 95 milyon yıllık balon balığı fosili.
Dönem:
Mezozoik zaman, Kretase dönemi
Yaş:
95 milyon yıl
Bölge:
Lübnan
MÜMİNLERİN HAYATININ AMACI: ALLAH RIZASI
Allah,
rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları Kendi izniyle
karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir. (Maide
Suresi, 16)
İman edenlerle diğer insanlar arasındaki fark nedir? Bu soruya samimi
olarak iman etmeyenlerden farklı cevaplar gelebilir. Onlar, müminlerle
aralarında kültürel ve ahlaki bazı ayrılıklar olduğunu söyleyebilirler. Salih
müminlerin "dünya görüşü"nün farklı olduğunu, onların bazı
"değer"lere inandıklarını, kendilerinin ise bu "değer"leri
kabul etmediklerini öne sürebilirler. Müslümanların kendilerinden fikri yönde
farklılıklar taşıdıklarını belirtebilirler.
Ama aslında bu söyledikleri, yalnızca temel bir farklılığın sonuçları
olarak ortaya çıkmıştır ve yalnızca gözle görülür bazı farklılıklardır. Onlar,
salih müminlerin gerçekte kendilerinden ne yönde farklı olduklarını çoğunlukla
anlayamazlar. (Zaten bu farkı anlamamış oldukları için mümin değillerdir.)
Müslüman, Allah'ın, dinine bağlananlara verdiği bir isimdir. Kuran'da tarif
edilen Müslümanları diğer insanlardan ayıran temel fark, bu insanların Allah'ın
sonsuz kudretinin tam anlamıyla farkında olmalarıdır. Allah'ın sonsuz
kudretinin farkında olmak ise, yalnızca, Yaratıcımız Yüce Allah'ın var olduğunu
tasdik etmek demek değildir. Allah Kuran'da bu gerçeği şöyle bildirmektedir:
De
ki: "Göklerden ve yerden sizlere rızık veren kimdir? Kulaklara ve gözlere
malik olan kimdir? Diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran kimdir? Ve
işleri evirip-çeviren kimdir?" Onlar: "Allah" diyeceklerdir.
Öyleyse de ki: "Peki siz yine de korkup-sakınmayacak mısınız? İşte bu,
sizin gerçek Rabbiniz olan Allah'tır. Öyleyse haktan sonra sapıklıktan başka ne
var? Peki, nasıl hala çevriliyorsunuz?" (Yunus Suresi, 31-32)
Ayette soru sorulan kişi, Allah'ın varlığına inandığını söyleyen ve O'nun
sıfatlarını kabul eden, ama tüm bunlara rağmen, "Allah'tan
korkup-sakınma" özelliğinden yoksun olan ve Allah'tan yüz çevirmiş
biridir. Kuran'da haber verildiği gibi, şeytan da Allah'ın varlığına
inandığını, Rabbimiz'den korktuğunu söylemekte, buna rağmen akılsızca isyankar
bir tavır göstermekte ve çok çirkin bir ahlak sergilemektedir.
Allah'ın büyüklüğünü kavramak bu apaçık gerçeği sadece sözle dile
getirmekten ibaret değildir. Müslümanlar Allah'ın varlığının ve büyüklüğünün
farkına varan, O'nu çok seven, O'ndan "korkup-sakınan" ve hayatlarını
farkına vardıkları bu büyük gerçeğe göre düzenleyen insanlardır. Diğerleri ise,
ya Allah'ı inkar edenler ya da Allah'ın varlığını üstteki ayette tarif edilen
kişininkine benzer bir tarzda kabul etmesine rağmen Allah'tan
"korkup-sakınmayanlar"dır.
Bu özellikteki insanların yaşamları, kendilerini yaratmış olan Allah'ın
farkında olmadan geçirilen yaşamlardır. Bunlar, büyük bir akılsızlıkla,
hayatlarının kim tarafından, nasıl ve neden başlatıldığını göz ardı ederler.
Kendi akıllarınca, zihinlerinde, Allah'a ve O'nun dinine yer olmayan yeni bir
hayat kurmaya çalışırlar. Kuran'da ise, böyle bir yaşamın boş ve çürük bir
temele dayandığını, yıkımla bitmeye mahkum olduğunu Rabbimiz şu hikmetli
benzetmeyle anlatır:
Binasının
temelini, Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa
binasının temelini göçecek bir yarın kenarına kurup onunla birlikte kendisi de
cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi? Allah, zulmeden bir topluluğa hidayet
vermez. (Tevbe Suresi, 109)
Allah'ın ayette de haber verdiği gibi, Kuran'da tarif edilen şekilde bir
imana sahip olmayanların yaşamları, "yıkılacak yar"ların kenarlarına
kuruludur. Onların hayattaki tek amaçları "bu dünya"da mutluluğu ve
rahatlığı elde etmektir. Bu insanların kimi, kendine "zengin olmak"
gibi bir hedef belirler. Bu hedefine ulaşmak için elinden geleni yapacak, tüm
fiziki ve beyinsel gücünü zengin olmak için kullanacaktır. Kimisi de hayattaki
amacını "itibar sahibi ve ünlü bir insan olmak" olarak saptar. Bunu
elde etmek için de elinden gelen herşeyi yapar. Her türlü zorluğa katlanır,
çeşitli fedakarlıklarda bulunur. Ama bunların hepsi, ölümle birlikte yok olacak
olan, yalnızca dünya hayatına dair hedeflerdir. Hatta birçoğu henüz hayattayken
de kaybedilebilir. Dahası söz konusu kimseler bu hedeflerine ulaşsalar,
hayatları boyunca bu hedeflerine sahip olsalar, hatta planladıklarından çok
daha fazlasını elde etseler dahi hiçbir zaman elde ettikleri onları manen
tatmin etmeyecek, arayışı içinde oldukları huzur, mutluluk, sevgi ve rahatlığı
elde edemeyeceklerdir. Çünkü gerçek mutluluk, derin sevgi ve kalp rahatlığı
ancak samimi imanla kazanılan birer nimettir.
Oysa mümin, Allah'ın varlığının ve gücünün farkındadır. Allah'ın onu niçin
yarattığını ve ondan neler istediğini bilir. Bu nedenle de dünyadaki asıl amacı
Allah'ın razı olduğu bir kul olmak için çalışmaktır. Kendisini amacına
ulaştıracak her yolu dener, bunun için ciddi bir çaba gösterir. Bu sayede
-diğer insanlar için kesin bir yıkımdan başka bir şey olamayan- ölümün de
gerçek manasını bilir: Ölüm asla bir yokoluş değil, asıl hayata geçiş
aşamasıdır.
Mümin olmayanların bir kısmı, büyük bir akılsızlık örneği olarak hayatlarının
tesadüfen ve "kendi kendine" oluştuğunu sandıkları gibi, hayatlarını
bitiren ölümün de "kendi kendine" oluşan bir "kaza"
olduğunu düşünürler. Oysa hayatı yaratan da ölümü yaratan da Allah'tır. Asla
bir tesadüf ya da kaza olmayan ölüm, Allah'ın özel olarak yarattığı, zamanı ve
yeri belirlenmiş bir olaydır.
İşte mümin de, Allah'ın herşeye hakim olduğunu bilen ve ölümün bir son
değil, asıl hayata (ahiret) geçiş aşaması olduğunu kavrayan insandır. Bu
gerçeklerin farkındayken de, elbette diğerleri gibi hayatını "yıkılacak
bir yarın kenarına" kurmaz. Kendisini ve tüm evreni Yaratan'ın Yüce
Rabbimiz olduğunu, hayatın, ölümün ve ölüm-sonrası gerçek hayatın asıl
sahibinin Allah olduğunu bildiği için, Allah'a yönelir. Paranın, makam ve
mevkinin, fiziki güzelliğin Allah'ın yarattığı ve her an yaratmaya devam ettiği
bu düzen içinde asıl kurtuluş yolu olmadığını görür. Bunlar ancak, Allah'ın
koyduğu kurallar sayesinde kısa bir süre işleyecek olan
"sebep"lerdir. Allah'ın yaratmış olduğu düzenin temeli ise Allah'ın
rızasıdır. Çünkü Allah sadece rızasına uyanları doğru yola iletecektir:
Allah,
rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları Kendi izniyle
karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir. (Maide
Suresi, 16)
Mümin, Allah'ın rızasını aradığı için mümindir. İşte mümini, diğerlerinden
ayıran en önemli fark buradadır. Müminler, dinin Allah'ın rızasını kazanmak
için izlenecek hak yol olduğunu bilirken, birçoklarının cahilce düşüncelerine
göre din, birtakım inançları içeren kurallar bütünüdür ve hayatlarında önemli
bir yeri yoktur. Hiç şüphesiz bu insanlar, bu yanılgılarının acısını dünyada
her yönüyle yaşamaktadırlar, ahirette karşılaşacakları acı son ise çok daha
büyüktür.
Zaten gerçek müminlerle, mümin taklidi yapan ikiyüzlüler (münafıklar)
arasındaki ayrım da burada ortaya çıkar. Müminler, dini Allah'ın rızası için
şevkle, istekle ve coşkuyla yaşarken, münafıklar kendilerince birtakım
menfaatler elde etmek için sadece taklidi tavırlar gösterirler. Samimi olarak
dine inanmadıkları ve din ahlakını yaşamadıkları halde, inanıyormış ve
yaşıyormuş gibi yaparlar. Müminler 5 vakit namazlarını "huşu"
(Allah'a karşı saygı dolu bir korku) içinde kılarken (Müminun Suresi, 1-2),
münafıkların namazı insanlara "gösteriş" olsun diye (Maun Suresi, 6)
kılmaları da bundandır. Aynı şekilde münafıklar, Allah yolunda yapılan
harcamayı (infak) da gerçekte Allah rızası için değil, yine insanlara gösteriş
olsun diye yaparlar:
Ey
iman edenler, Allah'a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara karşı gösteriş
olsun diye malını infak eden gibi minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı
geçersiz kılmayın. Böylesinin durumu, üzerinde toprak bulunan bir kayanın
durumuna benzer; üzerine sağanak bir yağmur düştü mü, onu çırılçıplak
bırakıverir. Onlar kazandıklarından hiçbir şeye güç yetiremez (elde edemez)ler.
Allah, kafirler topluluğuna hidayet vermez. (Bakara Suresi, 264)
Allah Rızası İçin Ciddi Bir Çaba
Bazı insanlar kendilerine tek hedef olarak belirledikleri dünya nimetlerini
elde etmek için çok büyük bir çaba gösterirler. Zengin olmak, statü kazanmak ya
da başka menfaatler için ellerinden gelen herşeyi yaparlar. Çok kısa süre
içinde tümüyle ellerinden gidecek olan "az
bir değer" (Tevbe Suresi, 9) uğruna büyük bir yarış içine girerler.
Onlarınkinden çok daha büyük bir karşılığa, elde ettikleriyle kıyaslanması asla
mümkün olmayan en büyük nimete, Allah'ın rızasına ve cennetine talip olan
müminler de bu hedefleri için ciddi bir çaba gösterirler. Allah, Kuran'da,
müminin bu özelliğini şöyle tarif eder:
Kim
çarçabuk olanı (geçici dünya arzularını) isterse, orada istediğimiz kimseye
dilediğimizi çabuklaştırırız, sonra ona cehennemi (yurt) kılarız; ona, kınanmış
ve kovulmuş olarak gider. Kim de ahireti ister ve bir mümin olarak ciddi bir
çaba göstererek ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası şükre şayandır. (İsra
Suresi, 18-19)
Mümin Allah rızası ve ahiret için "ciddi bir çaba göstererek"
çalışır. Tevbe Suresi'nin 111. ayetinde bildirildiği gibi, mümin malını ve
canını Allah için "satmıştır."
Allah'a "malını ve canını satmış" olan bir insan, Allah rızası
için karşılaşacağı hiçbir zorluktan etkilenmeyecektir. Allah rızası dışında
hiçbir şeye yönelmeyecektir. Bedeni ve sahip olduğu mallar "onun"
değildir ki, bunlar konusunda kendi nefsinin bencil tutkularına uysun. Bedeninin
ve sahip olduğu herşeyin sahibi Allah'tır, tüm bunları O'nun istediği şekilde
kullanacaktır.
Bunların yanı sıra göstereceği çabanın gerçekten ciddi olup olmadığı da
denenecektir. Allah yolunda hiçbir şeyden çekinmemelidir. Çünkü münafıklar da,
eğer kendileri için "yakın bir yarar" görürlerse, görünürde Allah
rızasına uygun olan bir işe -Allah'ın rızasını değil de, bu "yakın
yarar"ı elde edebilmek için- girişebilirler:
Eğer
yakın bir yarar ve orta bir sefer olsaydı, onlar (münafıklar) mutlaka seni
izlerlerdi. Ama zorluk onlara uzak geldi. "Eğer güç yetirseydik muhakkak
seninle birlikte çıkardık." diye sana Allah adına yemin edecekler. Kendi
nefislerini helaka sürüklüyorlar. Allah onların gerçekten yalan söylediklerini
biliyor. (Tevbe Suresi, 42)
Dolayısıyla mümin olmanın ölçülerinden biri, Allah rızasına karşı içli bir
istek duymak ve gerektiğinde bu yolda fedakarlık göstermekten kaçınmamaktır.
Müminler, "katıksızca (ahiretteki
asıl) yurdu düşünüp anan ihlas sahipleri"dirler. (Sad Suresi, 46)
Mümin, Allah'ın rızasının yanında başka çıkarlar gözetmez. Allah'tan, rızasını,
rahmetini ve cennetini umar, çünkü ayette bildirildiği üzere, "Erkek olsun, kadın olsun inanmış
olarak kim salih bir amelde bulunursa, onlar cennete girecek ve onlar, bir
'çekirdeğin sırtındaki tomurcuk kadar' bile haksızlığa uğramayacaklardır."
(Nisa Suresi, 124)
Görüldüğü gibi Allah'ın Kuran'da tarif ettiği mümin modeli son derece açık
ve nettir. Allah'a ve ahirete "kesin
bir bilgiyle" (Lokman Suresi, 4) iman edip, sonra da Allah yolunda
"ciddi bir çaba" gösterenlerin yurdudur cennet. Allah'a ancak
"bir ucundan ibadet" edip, Allah'ın rızasının yanında kendi basit
dünyevi çıkarlarını korumaya çalışanların durumunu ise, Rabbimiz Kuran'da şöyle
açıklamaktadır:
İnsanlardan
kimi, Allah'a bir ucundan ibadet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa,
bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isabet edecek olursa yüzü üstü
dönüverir. O, dünyayı kaybetmiştir, ahireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır.
(Hac Suresi, 11)
Mümin kendi çıkarlarını gözetmeden sadece Allah rızasını arayarak Allah'ın
Kuran-ı Kerim'de bildirdiği, Peygamber Efendimiz (sav)'in hükmettiği sınırları
özenle korur, bu konuda sabırlı ve itidalli davranır. Allah'ın sınırlarını
korumak konusunda hiçbir şey onu gevşekliğe sürüklemez. Her anında Allah'ın
kendisinden razı olacağı şekilde davranmak için titizlik gösterir.
Müminin asıl hedefi ahirettir. Allah mümine ahirette sonsuz güzel bir yaşam
vaat etmektedir. Rabbimiz mümin kullarına dünyada da güzel bir hayat vereceğini
vaat etmiştir; ama bu onun dünyada hiç zorluk ve sıkıntıyla karşılaşmayacağı
anlamına gelmez. Karşılaşacağı zorluk ve sıkıntılar ise, onun denenmesi ve
olgunlaşması içindir.
Müminin karşılaşacağı zorluklar, aslında dışarıdan zor gibi görünen, fakat
tam bir teslimiyetle içine girildiğinde, Allah'ın kolaylaştırdığı olaylardır.
Örneğin, Hz. İbrahim (as) imanından dolayı ateşe atılmak istendiğinde
Müslümanca karşılık vermiş, inancından ve Allah'ın emirlerinden hiçbir taviz
vermeyerek ateşe atılmayı göze almıştır. Ateşe atılmak, dışarıdan bakan ve
imanın derinliğini kavramamış biri için bir insanın dünyada başına gelebilecek
en büyük fiziksel işkencedir. Fakat Allah'ın bu denemesini en güzel, en
teslimiyetli bir biçimde karşılayan Hz. İbrahim (as), dışarıdan zorlu görünen bu
olaydan Allah'ın yardımıyla hiçbir zarar görmeden kurtulmuştur. Nitekim Allah,
Kendi rızası için sahip oldukları herşeyi ortaya koyanların hiçbir zarar
görmeden, maddi ve manevi kazançlarla geri döndüklerini ayetlerinde şöyle haber
verir:
Onlar,
kendilerine insanlar: "Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan
korkun" dedikleri halde imanları artanlar ve: "Allah bize yeter, O ne
güzel vekildir" diyenlerdir. Bundan dolayı, kendilerine hiçbir kötülük
dokunmadan bir bolluk (fazl) ve Allah'tan bir nimetle geri döndüler. Onlar,
Allah'ın rızasına uydular. Allah, büyük fazl (ve ihsan) sahibidir. İşte bu
şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer
mü'minlerseniz, Benden korkun. Küfürde 'büyük çaba harcayanlar' seni üzmesin.
Çünkü onlar, Allah'a hiçbir şeyle zarar veremezler. Allah, onları ahirette pay
sahibi kılmamayı ister. Onlar için büyük bir azab vardır. Onlar, imana karşılık
küfrü satın alanlardır. Onlar, Allah'a hiçbir şeyle zarar veremezler. Onlar
için acıklı bir azab vardır. (Al-i İmran Suresi, 173-177)
Sonuçta Allah'ın rızasını arayan ve gözeten bir mümin için hiçbir sıkıntı,
zorluk ve üzüntü yoktur. Yalnızca, Allah'ın dünyada bir imtihan olarak
yarattığı ve müminin tevekkül, sabır ve teslimiyetini denediği olaylar vardır. Bunlar,
dışarıdan bakıldığında sıkıntı ve zorluk gibi görünen, içine girildiğinde ise
Allah'ın kesin bir rahmetiyle karşılaşılan olaylardır. Allah Kuran'da, mümin
kullarına kaldırabileceklerinden fazla yük yüklemeyeceğini de bildirmiştir.
Allah Kendisi'ne gereği gibi kulluk eden müminler için her iki hayatta da
güzellik olduğunu şöyle bildirmiştir:
(Allah'tan)
Sakınanlara: "Rabbiniz ne indirdi?" dendiğinde, "Hayır"
dediler. Bu dünyada güzel davranışlarda bulunanlara güzellik vardır; ahiret
yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir. Adn
cennetleri; ona girerler, onun altından ırmaklar akar, içinde onların her
diledikleri şey vardır. İşte Allah, takva sahiplerini böyle ödüllendirir. (Nahl
Suresi, 30-31)
Allah rızasını gözetmede zaaf gösteren, Allah'a tam bir teslimiyet
göstermeyen, nefsini ön planda tutan kimselerin başına ise, bu yanlış
tutumlarını değiştirip düzeltmedikleri takdirde, Allah'ın bir uyarısı olarak
azap, zorluk ve sıkıntı gelir. Müminler hata yaptıklarında, kendilerine yapılan
uyarılardan ders alıp, tevbe eder ve davranışlarını düzeltirler. İnkarcılar
ise, dünyada yaşadıkları süre boyunca Allah'ın kendilerini uğrattığı zorluk ve
sıkıntılardan, belalardan ibret almaz ve ahiretteki büyük sonsuz azabı hak
edecek bir duruma gelirler.
Nefsini Tanımak
Allah'ın Kuran'da, insan hakkında verdiği önemli bilgilerden biri de onun
"nefis sahibi" olduğudur. Arapçada "insanın kendisi"
anlamına gelen nefis, benlik kelimesiyle de tanımlanabilir.
Rabbimiz Kuran'da, insan nefsinin iki tarafı olduğunu bildirmiştir. Buna
göre insanın içinde kötülüğü emreden bir taraf ve o kötülükten sakınmayı
emreden diğer bir taraf bulunmaktadır. Bu konu ile ilgili ayetler şöyledir:
Nefse
ve ona 'bir düzen içinde biçim verene', sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah
ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu
arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla,
bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır. (Şems Suresi, 7-10)
Ayetlerden de anlaşıldığı gibi kötülük her insanın nefsinde vardır. Ancak
her insan bu kötülükten sakınmayı ve korunmayı da bilir. Nefsini kötülükten
temizleyip arındıran kurtulacaktır. Müminler nefislerindeki kötülüklere teslim
olmaz, Allah'ın ilham ettiği şekilde ondan sakınırlar. Hz. Yusuf (as)'ın
söylediği bir sözü haber veren, "Ben
nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, Rabbimin kendisini esirgediği
dışında var gücüyle kötülüğü emredendir..." (Yusuf Suresi, 53) ayeti,
müminlerin nasıl düşünmesi gerektiğini göstermektedir.
Nefis "var gücüyle kötülüğü emreden" olduğuna göre, mümin sürekli
olarak nefsine karşı uyanık olmak durumundadır. Nefis sürekli olarak ona
Allah'ın rızasının dışında alternatifler sunar ve bu alternatifleri süslü
gösterir. Fakat mümin, Allah'a olan candan sevgisi ve Allah korkusu sayesinde,
nefsin bu "şaşırtıp-saptırıcı" özelliğine kanmaz. Daima Allah'ın
rızasına uygun bir yaşam geçirmek için doğrulara yönelir.
Şirkten Kaçınmak
Şirk, kısa tarifiyle Allah'ın yanında O'ndan başka bazı varlıkları da İlah
kabul etmektir. (Allah'ı tenzih ederiz.) Bu tarifin üzerine, kimi insanlar,
aslında şirk içinde olmalarına rağmen "biz Allah'tan başka İlah
tanımıyoruz ki" diyebilir. Bu, onların "şirk"in ne olduğunu
anlamamış olmalarından kaynaklanmaktadır. Zaten, Allah'ın Kuran'da bildirdiğine
göre, Allah'a ortak koşup şirk içinde olanların bir bölümü, bu durumlarını
kabul etmemektedirler. Allah bu kişilerin durumunu haber vermektedir:
Onların
tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz ki: "Nerede (o
bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?" (Bundan) Sonra onların:
"Rabbimiz olan Allah'a and olsun ki, biz müşriklerden değildik"
demelerinden başka bir fitneleri olmadı (kalmadı.) (Enam Suresi, 22-23)
Bu nedenle kimse bu konuda kendinden emin olmamalı, şirk içinde olmaktan Allah'a
sığınmalıdır. Çünkü şirk, çok büyük bir günahtır. Allah diğer günah ve hataları
affedebileceğini ama şirki asla affetmeyeceğini Kuran'da şöyle bildirmiştir:
Gerçekten,
Allah, Kendisi'ne şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise,
dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira
etmiş olur. (Nisa Suresi, 48)
Bu kadar büyük bir "günah ve iftira" olan şirk, insanın, Allah'a
ait olan özellikleri kendi zihninde başka varlıklara vermesiyle başlar. Oysa
varlıklarda yer alan özellikler (güç, güzellik, zeka vb.) onlara
"ait" değildir; Allah bunları onlara, geçici ve belirli bir süre için
vermiştir. Bu özellikleri, bu varlıklara "ait" saymak, onları da
Allah gibi varlığı kendinden olan bir ilah saymak demektir. Bu ise, söz konusu
varlıkları Allah'ın ortakları sanıp, Allah'a ortak koşmak olarak tanımlanır ve
çok büyük bir cehalettir. Allah, Zatı'nın bir ve tek olma vasfını Kuran'da
şöyle haber verir:
De
ki: O Allah, birdir. Allah, Samed'dir (herşey O'na muhtaçtır, daimdir, hiçbir
şeye ihtiyacı olmayandır). O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Ve hiçbir şey
O'nun dengi değildir. (İhlas Suresi, 1-4)
Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi, Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, ama
herşey O'na muhtaçtır. Ve hiçbir şey O'nun dengi değildir. Bu gerçek
reddedilip, bazı varlıkların Allah'a muhtaç olmadığı düşünüldüğü anda ise
"şirk" başlar. O zaman, herşeyin Allah'ın kontrolünde olduğu
unutulur, O'na muhtaç olmayan bazı varlıkların var olduğu ve bunların O'ndan
bağımsız olarak davranabildiği gibi gerçek dışı ve sapkın bir inanç doğar.
Böyle varlıkların olduğu zannedilince, Allah'tan başka bir de onlardan yardım
istenmeye, onların rızası aranmaya, onların kuralları kabul edilmeye başlanır.
Oysaki, Allah'a şirk koşmayan müminler, tüm gücün O'nun elinde olduğunu
bildiklerinden yalnızca O'na yönelirler. Allah müminlerin söylediklerini
Kuran'da şöyle haber vermiştir:
Biz
yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca Senden yardım dileriz. (Fatiha Suresi, 4)
Şirk koşanlar ise aslında kendilerine yardıma güç yetiremeyecek varlıklara
yönelmektedirler. Çünkü kendilerince ilah olarak kabul ettikleri de kendileri
gibi aciz kullardır. Ayetlerde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
Kendileri
yaratılıp dururken, hiçbir şeyi yaratamayan şeyleri mi ortak koşuyorlar? Oysa
(bu şirk koştukları güçler ve nesneler) ne onlara bir yardıma güç yetirebilir,
ne kendi nefislerine yardım etmeğe. Onları hidayete çağırırsanız size uymazlar.
Onları çağırırsanız da, suskun dursanız da size karşı (tutumları) birdir.
Allah'tan başka taptıklarınız sizler gibi kullardır. Eğer doğru iseniz, hemen
onları çağırın da size icabet etsinler. (Araf Suresi, 191-194)
Dolayısıyla şirk hem büyük bir iftira, hem büyük bir aldanma, hem de büyük
bir akılsızlıktır. Ayetlerde şirk koşanların ne kadar büyük bir akılsızlık
içinde olduklarını, tüm kainatın sahibi olan Rabbimiz şöyle bildirmektedir:
Ey
insanlar, (size) bir örnek verildi; şimdi onu dinleyin. Sizin, Allah'ın dışında
tapmakta olduklarınız -hepsi bunun için biraraya gelseler dahi- gerçekten bir
sinek bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kapacak olsa, bunu da
ondan geri alamazlar. İsteyen de güçsüz, istenen de. Onlar, Allah'ın kadrini
hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, azizdir. (Hac
Suresi, 73-74)
Şirk, değişik şekillerde ortaya çıkar. Allah'tan başka varlıklar ilah
olarak kabul edilme sapkınlığına düşüldüğü için, onların rızası aranmaya
başlanır. Onlardan medet umulur ve onların hükümleri kabul edilir. Böylece
insan, kendisini kendi eliyle milyonlarca hayali ilahın boyunduruğuna sokmuş
olur. Aynı kendisi gibi aciz varlıklardan medet umar. Oysa şirk koşan insan,
büyük bir çıkmaz ve "zulüm" içindedir. Allah bu gerçeği bir Kuran
ayetinde şöyle haber vermiştir:
"...
Şüphesiz şirk, gerçekten büyük bir zulümdür." (Lokman Suresi,13)
Ama şunu da belirtmek gerekir ki bu insan, kendi kendine zulmetmektedir.
Çünkü ayette bildirildiği gibi, "Şüphesiz
Allah, insanlara hiçbir şeyle zulmetmez. Ancak insanlar, kendi nefislerine
zulmediyorlar." (Yunus Suresi, 44)
ALLAH RIZASININ EN ÇOĞUNU ARAMAK
Mümin, şirkten, Allah'tan başka hayali ilahlardan medet ummaktan, onların
rızasını aramaktan ve onların boyunduruğu altına girmekten arınmıştır. O,
yalnızca Allah'a kulluk eder. Allah'ın rızasını arar. Bunu, daha önce de
belirttiğimiz gibi "Allah yolunda ciddi bir çaba" göstererek
yapacaktır.
Allah yolunda "ciddi bir çaba" göstermenin yolu ise, Allah
rızasının en çoğunu aramaktadır. Mümin, önünde hepsi de meşru olan bir kaç
seçenek birden bulduğunda, kendisine Allah'ın rızasını en çok kazandıracağını
umduğunu seçmelidir.
Allah rızasının en çoğunu aramayı kısaca şöyle tanımlayabiliriz:
-Müminin hayatının tümü "helal dairesi" içinde geçmelidir.
Haramlar açıkça belirtilmiştir ve oldukça az sayıdadır. Bu belli haramların
dışında, bütün fiil ve tavırlar söz konusu helal dairesi içindedir.
-Bunun yanı sıra mümine düşen, Allah'ın helal kıldığı ölçüler içinde kendi
akıl ve "basiret"ini kullanarak, Allah'ın rızasının en çoğunu aramaya
yönelmektir.
Bununla ilgili olarak "infak" (Allah yolunda harcama yapma)
konusu iyi bir örnek olabilir. Mümin, "malını ve canını" Allah'a
satmıştır. Elindeki imkanları O'nun rızasına uygun bir biçimde
değerlendirmelidir. Ama bunu yaparken karşısına değişik alternatifler
çıkabilir. Örneğin elinde yüklü miktarda bir para olduğunu düşünelim. Bununla
kendine yeni bir giysi alabilir. Bu helal ve gayet meşru bir harekettir; üstüne
başına bakması, temiz ve güzel bir görünüm içinde olması Allah'ın rızasına
uygundur. Ama bu parayı kullanabileceği ve Allah'ın rızasını daha da çok kazanmaya
vesile olabilecek başka bir yer olabilir. Örneğin, bu parayı kendisinden daha
acil bir ihtiyaç içinde olan bir fakire vermekte Allah'ın rızası çok daha fazla
olabilir. Bu, içinde bulunduğu ortama ve şartlara göre insanın kendi
vicdanıyla, öncelikli olanı belirleyebileceği bir durumdur.
Bir başka örnek daha verebiliriz: Mümin "iyiliği emredip, kötülükten
men etmekle", Allah'ın dinini anlatmakla, yeryüzündeki zorbalıklara karşı
fikri bir mücadele içine girmekle sorumludur. Allah'ın rızasını, bu büyük sorumluluğu
üstlenmekle kazanabilir. Bu sorumluluk her zaman için bazı öncelikli hizmetler
ortaya çıkarır. Böylesine büyük bir sorumluluğun gerektirdiği pek çok iş
varken, Allah'ın meşru saydığı bir başka işi daha öncelikli konumda
değerlendirmek yanlış olacaktır. Örneğin erkek ailesine bakmakla yükümlüdür.
Onların güvenliğini, geçimini sağlama görevi ona verilmiştir. Ama bunu bahane
ederek diğer insanlara iyiliği emredip onları kötülükten men etme sorumluluğunu
üzerine almaması elbette ki mümine yakışır bir tavır olmayacaktır.
Aslında biraz düşündüğümüzde değeri az olan şeyi tercih etmede
"nefis"in etkili olduğunu görürüz. Allah Katında değeri az olan şeyi
çok olana tercih etmek, insanın nefsine de bir "pay" ayırmasından
kaynaklanır. Oysa bir konuda yapılması gereken, nefsine en ufak pay ayırmadan
yüzde yüz Allah'ın rızasını gözetmektir. Bir işte yüzde doksan dokuz Allah'ın
rızası, yüzde bir de nefsinin istekleri varsa, o yüzde doksan dokuz da Allah
Katında kabul edilmeyebilir. Çünkü bu, insanın, nefsini Allah'a şirk koşması
demektir. Şirkin ise yüzde biri bile geri kalan ameli geçersiz kılmak için
yeterli olabilir. Bir işte, Allah'ın yanı sıra başka bir varlığa, bir kimseye
pay ayıranların durumunu, Rabbimiz şöyle bir örnekle haber vermiştir:
O'nun
üretip-türettiği ekin ve hayvanlardan Allah için de bir pay ayırdılar, sonra
kendi zanlarınca: "Bu
Allah'ındır, bu da ortaklarımızındır" dediler. Kendi ortakları için
olan (pay), Allah tarafına geçmez, ama Allah'a ait olan kendi ortaklarının
tarafına (payına) geçer. Ne kötü hüküm veriyorlar? (Enam Suresi, 136)
Kendi evi, ailesi tehlikedeyken canı pahasına bunları savunan bir insan
konu diğer müminlere zulüm, baskı ve iftira olduğunda yerinde oturup umursuzca
başka işlere dalıyorsa, burada Allah rızasının olduğundan söz etmek çok zordur.
Böyle bir tavır, insanın, nefsinin öngördüğü şekilde davrandığını, nefsine tabi
olduğunu gösterir ki, bu İslam'ın temeli olan "yalnızca Allah'a kulluk
etmek" amacına tümüyle aykırıdır. Dahası Allah Kuran'da nefsin arzularına
göre hareket etmeyi, Kendisi'ne şirk koşmak olarak tanımlamaktadır:
Kendi
istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi
vekil olacaksın? (Furkan Suresi, 43)
Mümin ise, tüm varlığını, malını, canını, hayatını ve ölümünü kısacası
herşeyini Allah'a adamıştır. Allah, iman eden insanların bu üstün özelliğini
Kuran'da şöyle haber verir:
De
ki: "Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin
Rabbi olan Allah'ındır." (Enam Suresi, 162)
Kuran'da Allah'ın rızasının en çoğunun aranması ile ilgili olarak anlatılan
olaylardan biri, müminlerin Peygamberimiz (sav) dönemindeki bir savaşta
gösterdikleri tutumdur. O dönemde müminlerden bazıları karşı karşıya oldukları
iki ayrı düşman topluluğundan daha güçsüz olanla çarpışmak istemişlerdi. Oysa
Allah'ın rızası, en zora talip olup, düşmanın güçlüsüyle savaşmayı
gerektiriyordu. Allah geçmişte yaşanmış bu olayları ayetlerde şöyle haber
vermektedir:
Hani
Allah, iki topluluktan birinin muhakkak sizin olacağını vaadetmişti; siz de
güçsüz olanın sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkın ve
inkar edenlerin arkasını kesmek (kökünü kurutmak) istiyordu. O,
suçlu-günahkarlar istemese de, hakkı gerçekleştirmek ve batılı geçersiz kılmak
için (böyle istiyordu.) (Enfal Suresi, 7-8)
Sonunda Allah, müminleri güçlü olan toplulukla karşılaştırdı. Müminleri
Kendi rızasının en çoğuna yöneltmiş oldu. Ve Allah'ın yardımıyla müminler galip
geldiler.
Yukarıda söz ettiğimiz örnek geçmişte, Peygamberimiz (sav) döneminde
yaşamış müminlerin, o dönemin şartları içinde karşılaştıkları bir olaydır. Ama
her dönemde Müslümanlar farklı olaylarla denenebilirler. Örneğin günümüzde
Müslümanların, Kuran'ı ve yaratılışı inkar edenlere, toplum içinde
ahlaksızlıkların yaygınlaşması için çalışanlara karşı fikri bir mücadele
yürütmeleri gerekmektedir. Müminler her zaman için sorumluluğunu taşıdıkları bu
fikri mücadele için neyin "en hayırlı" olduğunu tespit edip, onu
uygulamalıdırlar. Çünkü böyle bir emaneti taşıyacak güce sahip olup da, sırf nefsi
için, acil olmayan işlerle uğraşmak Allah'ın rızasından yüz çevirmek anlamına
gelir ki her müminin böyle bir konuma düşmekten şiddetle kaçınması şarttır.
Müminin vicdanı zaten böyle bir şeyi kabul etmez. O, Allah'ın seçip iman
verdiği bir kişidir, yeryüzünde barış ve huzur ortamının olması, Allah'ın
dininin yaşanması ona emanet edilmiştir. Zalimlerin ezip-zulmettiği ve "... Rabbimiz, bizi halkı zalim olan
bu ülkeden çıkar, bize Katından bir veli (koruyucu sahip) gönder, bize Katından
bir yardım eden yolla..." (Nisa Suresi, 75) diyen erkekler, kadınlar
ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar için çaba harcamakla yükümlüdür.
Allah'ın rızasının en çoğu yalnızca fikri mücadele konusunda geçerli
değildir. Mümin, yaşamı boyunca yaptığı tüm ibadetlerde, günlük yaşamında
karşısına çıkan küçük büyük tüm olaylarda bu bakış açısını göz önünde
bulundurmak zorundadır.
Bu arada şunu hatırlatmak gerekir: Aslında "Allah rızasının en
çoğu" ifadesini, konuyu açıklamak için kullanıyoruz. Allah rızasının en çoğundan yüz çevirip, ikinci dereceden bir işle
ilgilenmek, aslında Allah'ın rızasına aykırıdır. Dolayısıyla zaten Allah'ın
rızasının ancak en çoğu, Allah'ın razı olduğudur. Allah'ın daha az razı olması
gibi bir şey yoktur.
Allah'ın rızasının en çoğunu aramayıp, azıyla yetinmekse, aslında insanın
ahirete yönelik yanlış bir bakış açısı taşımasından kaynaklanır. Kendisini
kesin olarak "cennete layık" saymasından doğar. Oysa, hiçbir insan
kendisini kayıtsız şartsız "cennete layık" olarak görecek durumda
değildir. Kuran'da Allah Peygamberimiz (sav)'e "... eğer Allah dilerse senin de kalbini mühürler..."
(Şura Suresi, 24) uyarısında bulunmuştur. Durum böyleyken kimsenin kendisini
temize çıkaracak bir hali olmadığı ortadadır.
Zaten Allah'ın Kuran'da tarif ettiği samimi bir mümin, kendisini asla cennete
gitmeyi kesin olarak hak etmiş olarak görmez, böyle yanlış bir düşünceye
kapılmaz. Müminin özelliklerinden biri, Allah'a "korku ve umut" (Araf Suresi, 56) taşıyarak dua etmektir.
Gerçek iman sahibi olmayan kimseler ise, Allah'tan gereği gibi korkmadıkları
ve iyi işler yaptıklarını sandıkları için, kendilerinin kesin olarak cennete
gideceklerini düşünürler. Allah'ın bağışlayıcılığını, "nasıl olsa
bağışlanacağız" gibi yanlış bir mantık çıkarmak için kullanırlar. Bu,
Allah'tan gereği gibi korkup sakınmayan kimselerin tutumudur. Allah bu
kimselerin durumunu bir ayetinde şöyle bildirmiştir:
Onların
(müminlerin) ardından yerlerine kitaba mirasçı olan birtakım 'kötü kimseler'
geçti. (Bunlar) Şu değersiz olan (dünya)ın geçici-yararını alıyor ve:
"Yakında bağışlanacağız" diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince
onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi
söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde olanı
okudular. (Allah'tan) Korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hala akıl
erdirmeyecek misiniz? (Araf Suresi, 169)
Bir de dünyada kendilerine geniş imkanlar verilmesine aldanarak, Allah'a
gönülden iman edip salih amellerde bulunmadıkları halde, Allah'ın kendilerini
sevdiği sonucunu çıkaranlar ve buradan hareketle -varlığını kesin şekilde kabul
etmeseler de- cennette ağırlanacaklarını sananlar vardır. Bu kişilerle ilgili
Allah'ın Kuran'da verdiği örneklerden biri şöyledir:
Onlara
iki adamın örneğini ver; onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve ikisini hurmalıklarla
donattık, ikisinin arasında da ekinler bitirmiştik. İki bağ da yemişlerini
vermiş, ondan (verim bakımından) hiçbir şeyi noksan bırakmamış ve aralarında
bir ırmak fışkırtmıştık. (İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer)leri de
vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: "Ben, mal
bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha
güçlüyüm." Kendi nefsinin zalimi olarak (böylece) bağına girdi (ve):
"Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum" dedi.
"Kıyamet-saati'nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime
döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım."
(Kehf Suresi, 32-36)
Mümin ise, yukarıdaki zihniyetteki insanların aksine "iman ettikten
sonra doğru yoldan çıkmak"tan korkar. Kuran'da müminlerin bununla ilgili
duasını Rabbimiz şöyle bildirmiştir:
"Rabbimiz,
bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma ve Katından bize bir
rahmet bağışla. Şüphesiz, bağışı en çok olan Sensin Sen." (Al-i İmran
Suresi, 8)
Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bu korku mümin için tedirginlik ya da
huzursuzluk meydana getirecek bir korku değildir. Aksine Allah korkusu mümini
harekete geçiren, cennete layık bir kul olma konusunda büyük bir şevk
kazandıran, dünya hayatını en güzel şekilde değerlendirmesini sağlayan bir
duygudur.
Mümin geçici ve kısa bir yurt olan dünyada Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak
hedefindedir. Tek düşüncesi karşı karşıya olduğu büyük olaydır: Kesin olarak
bir gün ölecek ve Allah'ın huzurunda hesap verecektir. Bu hesap onu ebedi
yıkıma ya da kurtuluşa taşıyacaktır. Böylesine büyük bir olayla karşı
karşıyayken başka hesaplar peşinde koşmak ya da umursuz davranmak elbette akıl
karı değildir.
Mümin, kurtuluşu için "Allah'ın rızasının en çoğu"nu aramakla
yükümlüdür. Allah'ın rızasının en çoğunu aramamak, karşı karşıya olunan
tehlikenin de farkında olmamak demektir. Cehennem ve Allah Katında aşağılanma
tehlikesinden kurtulmak için elbette insanın elinden gelenin en fazlasını
yapmak için çaba harcaması gerekmektedir.
Dünyada karşılaşılabilecek tehlikelerde göstereceğimiz tavır ve çabayla
ilgili birkaç örnek, Allah rızasının en çoğunu aramanın nasıl olacağının daha
iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır:
-Metrelerce yükseklikteki dev bir su baskınına sebep olan selle karşı
karşıya kaldığımızda ve suların büyük bir hızla yükseldiğini gördüğümüzde,
kurtulmak için, kaçtığımız on katlı apartmanın en üst katına mı çıkarız, yoksa
beşinci katta durup "herhalde bu kadarı yeterli olur" mu deriz?
-Apartmanın en üst katına paralı bir asansörle çıkıldığını ve asansörün bir
daha sefer yapmayacağını varsayalım. Cebimizde de tam en üst kata çıkacak kadar
para var. Bu durumda en üst kata çıkmak için cebimizdeki bütün parayı vermez
miyiz? Yoksa selin ulaşma tehlikesi olan bir başka ara kata çıkmakla mı yetiniriz?
-Selden kurtulmak için sığındığımız apartmanın altıncı katında bir eğlence
düzenlenmiş olduğunu düşünelim. Böyle bir durumda eğlenceye katılıp, altıncı
katın yüksekliğiyle mi yetiniriz, yoksa gözümüz hiçbir şeyi görmeden en üst
kata mı çıkarız?
-Bir başka örnek olarak; bir yakınımızın kalp krizi geçirdiğini veya başka
bir sebeple hastaneye yetiştirilmesi gerektiğini düşünelim. Bu durumda
hastaneye yetişmek için arabayı makul olabilecek en yüksek hızla mı süreriz,
yoksa "bu kadarı yeterli, biraz daha dayansın" mı deriz?
Verdiğimiz örneklerden anlaşılacağı gibi insan bir tehlikeyle karşı karşıya
kaldığında hemen harekete geçmekte, elindeki tüm imkanları tehlikeden kurtulmak
için seferber edebilmektedir. Cehennem ise insan için en büyük tehlikedir. Elbette
ki Allah rızasının en çoğunu arayan insanın en önemli amaçlarından biri bu
tehlikeden uzak kalma isteğidir. Şimdi mahşer günü herkesin mutlaka çevresinde
toplanacağı bildirilen cehennemin kenarında bulunduğunuzu, cehennemi tüm
dehşetiyle gördüğünüzü düşünün... Böyle bir durumda bazı alternatiflerle
karşılaşsanız, hiç tereddüt etmeden Allah'ın rızasının en çoğunu seçmez
misiniz? Cehennemin yanına vardıktan sonra böyle bir seçim imkanı
kalmayacağına, yalnızca yapılanların hesabı verileceğine göre, şimdiden aynı
mantıkla hareket etmek gerekir. Nitekim mümin her an ahiret hayatına geçecekmiş
gibi, cehennemin yakınlığını düşünerek hareket eder. Çünkü Allah, ahiretteki
pişmanlığın fayda getirmeyeceğini Kuran'da pek çok ayetiyle belirtmiştir. Bu
konudaki ayetlerden biri şöyledir:
(Cehennemin)
İçinde onlar (şöyle) çığlık atarlar: "Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımızdan
başka salih bir amelde bulunalım." Size orda (dünyada), öğüt alabilecek
olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyaran da gelmişti. Öyleyse
(azabı) tadın; artık zalimler için bir yardımcı yoktur. (Fatır Suresi, 37)
Diğer taraftan insan, tehlikeden uzaklaşmak için bu kadar çabaladığı gibi,
nimeti elde etmek için de çaba harcamalıdır. Cennetin azına razı olmak da
akılcı bir davranış değildir. Altın dolu bir adadan gemiyle ayrılırken,
imkanınız olsa alabileceğinizin hepsini almaz mısınız? Mümin de, ahirete
gittiğinde "keşke şunu da yapsaydım", "şu sevabı da
kazansaydım" diyecek durumda olmamalıdır. Bunun için dünyadayken tüm
imkanlarını kullanarak, Allah rızasının en çoğunu seçmelidir.
İnkar edenler, "az bir
yararlanma"dan (Al-i İmran Suresi, 197) başka bir şey olmayan dünyayı
elde etmek için ellerinden gelenin "en çoğunu" yaparlar. Sonu
hüsranla bitecek olan bu "az bir yararlanma"nın yanında, müminler
için Allah'ın rızası, rahmeti ve cenneti vardır. Bunlara talip olan müminin
yapması gereken de elinden gelenin "en çoğunu" yapmaktır.
Allah Rızasının Anahtarı: Vicdan
Mümin, hayatının her aşamasında, karşısındaki alternatifler arasından Allah
rızasının en çoğunu seçmek durumundadır. Allah rızasının en çok hangi
alternatifte olduğunu tespit etmek için elinde olan en büyük kıstas vicdanıdır.
Müminleri diğer insanlardan ayıran farkların en önemlilerinden biri,
müminlerin vicdanlarına, inkarcıların ise nefislerinin emrettiği kötülüklere
tabi olmalarıdır. Dolayısıyla müminin doğal hali, vicdanı ile düşündüğü
halidir.
Ama bu, nefsin müminin üzerinde etkisi olmadığı anlamına gelmez. Ayette Hz.
Yusuf (as)'ın söylediğinin haber verildiği sözde olduğu gibi, "... gerçekten nefis, -Rabbimin
kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir..."
(Yusuf Suresi, 53) Ve mümine de Allah'ın rızasına uygun olmayan alternatifleri
emredecektir.
İşte mümin, nefsin bu oyunlarından vicdanı ile kurtulur. Müminin bir seçim
durumunda genellikle ilk düşünüp-yöneldiği alternatif, Allah'ın rızasının en
çoğudur. Bunun ardından nefis devreye girerek diğer alternatifleri süslü
göstermeye, bazı "tevil"lerle (bahane tarzı açıklamalarla) bu
alternatifleri kendince meşrulaştırmaya çalışacaktır. Mümin, bu tevillere
aldırış etmeden, vicdanının ona gösterdiği ilk ve kesin doğruyu uygulamalıdır.
Allah için Sevmek
İşte
Allah, iman edip salih amellerde bulunan kullarına böyle müjde vermektedir. De
ki: "Ben buna karşı yakınlıkta sevgi dışında sizden hiçbir ücret
istemiyorum." Kim bir iyilik kazanırsa, Biz ondaki iyiliği artırırız.
Gerçekten Allah, bağışlayandır, şükredene karşılığını verendir. (Şura Suresi,
23)
Müminin hayatının tümü Allah'a adanmıştır. Allah için yaşar, Allah için
çalışır ve Allah için sever.
"Allah için sevme"nin ne olduğu, İslam'ı gerçek anlamıyla
tanımayan biri için ilk başta pek anlaşılamayabilir. Hayatı boyunca Allah'a
yabancı olmuş, O'nu tanımamış bir insan, sevgisini Allah'a yöneltmeyi de
bilmeyecektir.
Ama Allah'ı tanıyan ve O'nun, kendisi üzerindeki büyük rahmetini gören,
O'nun sayesinde var olduğunu, Allah'ın rahmeti sayesinde yaşadığını ve
sevip-hoşlandığı herşeyin Allah'tan geldiğini fark eden mümin, elbette Allah
sevgisinin ve Allah için sevmenin üstünlüğüne ulaşır. Kuran'da, müminler ile
diğer insanlar arasında sevgi yönünde oluşan büyük farkı Allah şöyle
bildirmiştir:
İnsanlar
içinde, Allah'tan başkasını 'eş ve ortak' tutanlar vardır ki, onlar (bunları),
Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha
güçlüdür... (Bakara Suresi, 165)
Ayette görüldüğü üzere, Allah'a ortak koşup, tümü O'na ait olan özellikleri
kendi zihinlerinde başka varlıklara verenler, bu varlıkları Allah'ı severcesine
sevmektedirler. Bu sevgi, Allah'a ortak koşma (şirk) üzerine kurulu bir
sevgidir.
Var olan herşeyin Allah'a ait olduğunu ve O'ndan geldiğini bilen müminler
ise en çok Allah'ı severler. Müminlerin, Allah'ı bir ve tek olarak
tanımalarından doğan bu büyük fark, onların sevgi anlayışını diğer insanlardan
tümüyle farklı kılar. Kuran'da ortak koşanların, Allah'ın "bir ve
tek" olarak anılmasına dayanamadıklarını Rabbimiz şöyle bildirir:
...
Sen Kuran'da sadece Rabbini "bir ve tek" (ilah olarak) andığın zaman,
'nefretle kaçar vaziyette' gerisin geriye giderler. (İsra Suresi, 46)
Ancak şunu da belirtmeliyiz ki, ortak koşanlar, Allah'ın, yanında kendi
putları varken anılmasından rahatsız olmayabilirler. Örneğin "Hem
Müslümanız, hem de hayatımızı yaşarız" mantığını severek kabul ederler.
Müminin farkına vardığı gerçek ise şudur:
- Hiçbir şey (insan, madde, olay vs.) kendine ait bir güzelliğe sahip
değildir. Bütün herşeyi yaratan Allah'tır ve onlara sahip oldukları özellikleri
veren de O'dur. Bir insan, örneğin kendi yüzünü kendisi tasarlayıp meydana
getirmediğine göre, o yüzdeki güzellik Allah'a ait bir güzelliktir.
- Allah bu güzelliği, yoktan var ettiği insana geçici bir süre için (çünkü
o insan kısa sürede yaşlanacak ve ölecektir) vermiştir. Ahirette bu güzelliği
yeniden ve daha da mükemmel bir biçimde yaratma gücüne de yalnızca Allah
sahiptir.
- Aynı insan gibi, sevilecek tüm varlıklar da Allah'ın yarattığı ve
"sevimli" kıldığı canlılardır. Rabbimiz, güzelliğin gerçek sahibinin
Kendisi olduğunu hatırlatmak için de, bu varlıkları, ölüm ve kıyametle yok edecektir.
Yeniden yaratılış ise ahirettedir.
Durum böyleyken mümin, karşılaştığı tüm güzellikleri, bunların Allah'a ait
olduğunu ve "aslı"nın ahirette bulunduğunu bilerek sever. Dolayısıyla
asıl sevgisi, sevdiği herşeyi ona veren ve onların gerçek sahibi olan Allah'a
yöneliktir.
Müminin sahip olduğu ve Allah'a iman üzerine kurulu olan bu sevginin tam
tersine, mümin olmayanlar sahiptir. Onların sevgisi, Allah'a ortak koşma (şirk)
temeli üzerine kuruludur. Allah Kuran'da Hz. İbrahim (as)'ın söylediğini haber
verdiği şu sözlerle bu tür sevgiyi anlatır:
(İbrahim)
Dedi ki: "Siz gerçekten, Allah'ı bırakıp dünya hayatında aranızda bir
sevgi-bağı olarak putları (ilahlar) edindiniz. Sonra kıyamet günü, kiminiz
kiminizi inkar edip-tanımayacak ve kiminiz kiminize lanet edeceksiniz. Sizin
barınma yeriniz ateştir ve hiçbir yardımcınız yoktur." (Ankebut Suresi,
25)
Bediüzzaman Said Nursi de bu tür bir sevgiye sahip olanları güzel bir
örnekle anlatır. Buna göre bu kişiler, elindeki aynalar yardımıyla Güneş'e
bakan bir adama benzer. Elindeki ayna kırılıp da, Güneş'ten yansıttığı ışık
kesilince, adam ışığı kaybetmenin korkusuyla kendini "yer bitirir".
Ama akılsızlık yapmaktadır: Aynadaki ışık, aynaya ait değildir ki o kırılınca
ışık da yok olsun. Işık Güneş'e aittir, aynalar onu yalnızca yansıtır.
Mümin de bütün sevgisini Allah'a yöneltecektir. Allah'ı sevmek ise -nasıl
Güneş'e aynalarla bakılıyorsa-, Allah'ın sıfatlarının yansıdığı varlıkları, bu
isimlerin O'na ait olduğunu bilerek sevmektir.
Dolayısıyla mümin, Allah'a olan sevgisini, Allah'ın sıfatlarını üzerlerinde
"tecelli" ettiren ve Allah'ın beğendiği ahlak ile ahlaklanmış
müminleri severek gösterecektir. Bu sevgi, soy, ırk gibi yakınlıklara ya da
herhangi bir çıkara dayalı değildir. Yalnızca Allah'ı sevmenin sonucunda, Allah'ı
sevenleri sevmekten kaynaklanır. Kuran'da, tüm müminler arasında yaşandığı
gibi, Peygamberimiz (sav) döneminde de sahabeler arasında yaşanan bu sevgiyi
Rabbimiz şöyle tarif eder:
Kendilerinden
önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise,
hicret eden (mümin)leri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde
bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile
(kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından'
korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. (Haşr Suresi, 9)
Allah, müminlerin arasındaki bu sevgiyi, onlara özel olarak verdiğini de
ayetlerde şöyle haber vermiştir:
İman
edenler ve salih amellerde bulunanlar ise, Rahman (olan Allah), onlar için bir
sevgi kılacaktır. (Meryem Suresi, 96)
(Çocuğun
doğup büyümesinden sonra ona dedik ki:) "Ey Yahya, Kitabı kuvvetle
tut." Daha çocuk iken ona hikmet verdik. Katımız'dan ona bir sevgi
duyarlılığı ve temizlik (de verdik). O, çok takva sahibi biriydi. (Meryem
Suresi, 12-13)
Müminler, ancak Allah'ı ve Allah'a iman edenleri samimi ve candan severler.
Bu nedenle Allah'a karşı başkaldıranlara karşı hiçbir sevgi duymazlar. Allah
Kuran ayetlerinde bu konuyu şöyle hatırlatır:
Ey
iman edenler, Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları veliler (dostlar)
edinmeyin. Siz onlara karşı sevgi yöneltiyorsunuz; oysa onlar haktan size
geleni inkar etmişler, Rabbiniz olan Allah'a inanmanızdan dolayı elçiyi de,
sizi de (yurtlarınızdan) sürüp-çıkarmışlardır. Eğer siz, Benim yolumda cehd
etmek (çaba harcamak) ve Benim rızamı aramak amacıyla çıkmışsanız (nasıl)
onlara karşı hala sevgi gizliyorsunuz? Ben, sizin gizlediklerinizi ve açığa
vurduklarınızı bilirim. Kim sizden bunu yaparsa, artık o, elbette yolun ortasından
şaşırıp-sapmış olur...
...
İbrahim ve onunla birlikte olanlarda size güzel bir örnek vardır. Hani kendi
kavimlerine demişlerdi ki: "Biz, sizlerden ve Allah'ın dışında
taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkar ettik. Sizinle
aramızda, siz Allah'a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir
kin baş göstermiştir." (Mümtehine Suresi, 1-4)
Ey
iman edenler, eğer imana karşı inkarı sevip-tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve
kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim onları veli edinirse, işte bunlar
zulmeden kimselerdir. (Tevbe Suresi, 23)
Allah'a
ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah'a ve
elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar;
bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi
aşiretleri (soyları) olsun... (Mücadele Suresi, 22)
Ayetlerden de anlaşıldığı gibi müminin sevgisi "Allah için
sevmek" dışında hiçbir kıstasa bağlı değildir. Sevgisi, soy yakınlığı,
maddi zenginlik gibi kıstaslara değil, imana, ahlak güzelliğine bağlıdır. Para,
makam, şöhret gibi sözde değerlerin sahiplerini değil, katıksız iman
sahiplerini, yani müminleri sever.
Sevgisini Allah sevgisi dışındaki kıstaslardan arındırdığına göre, en çok
seveceği kişi de Allah'ın rızasını en çok arayan, en "takva"
(Allah'tan korkup-sakınma) sahibi olan insandır. Kim mümin özelliklerini
üzerinde daha çok taşıyorsa, en çok onu sevecektir. Kuran'a baktığımızda,
müminlerin en çok, Allah'a en yakın ve en "takva" sahibi olan
peygamberi sevdiklerini, onu herşeyden üstün tuttuklarını görürüz:
Peygamber,
mü'minler için kendi nefislerinden daha evladır… (Ahzab Suresi, 6)
Müminin sevgi anlayışı iman temeline dayalı olduğuna göre, evliliğini de
aynı temel üzerine kuracaktır. Bu konuda da müminler ile Allah'ı inkar edenler
arasında önemli bir farklılık ortaya çıkar.
Mümin olmayanlar, evliliklerini genelde maddi çıkarlar üzerine kurarlar;
Özellikle kadınların evlilikten beklediği, çoğu zaman kendisini rahat
ettirecek "zengin bir koca" bulmaktır. Çoğu genç kız, karakterinden
hiç hoşlanmadığı halde sırf parası ve şöhreti için bir adamla evlenebilir. Bu,
aslında para için yapılan bir nevi ticaret anlaşması gibidir. Tek fark bu
"anlaşma"nın ömür boyu sürecek şekilde yapılmasıdır. Ki çoğu zaman bu
da gerçekleşmez ve evlilikler kısa süre içinde sona erer.
Bu tür evlilik örneklerine sıklıkla rastlanmaktadır. Sadece mal, mülk ve
şöhret sahibi olduğu için yaşlı bir zenginle veya kötü ahlaklı bir insanla
evlenen çok sayıda genç insan bulunmaktadır.
Mümin olmayanların evliliği her zaman para üzerine kurulu değildir. Sadece
fiziksel özellikler ve cinselliği kıstas alan çok sayıda genç kız da vardır.
Bunlar, "beyaz atlı prens" sandıkları ve fiziki çekiciliğinin dışında
hiçbir özellik taşımayan erkeklerle evlenirler.
Oysa bu fiziki özelliklerin tamamı kısa sürede yok olacaktır. Evlendiği
insan bir süre sonra yaşlanacak, sağlığını, gücünü ve güzelliğini yitirecektir.
Mutlaka yaşlanmasına da gerek yoktur: Herhangi bir zamanda kaza geçirebilir,
sakat kalabilir, felç olabilir, ölümcül bir hastalığa yakalanabilir. Bu durumda
evlilik ne olacaktır?
Evlendiği erkekle bu tür kıstaslar uğruna, sözgelimi "gözünün
güzelliği" için, evlenmiş olan bir kadın, kocası bunları kaybederse,
örneğin kör olursa ne yapacaktır? Hayatının en önemli kararlarından birini bir
göz için vermiş olmasının çarpıklığını belki ancak o zaman anlayacaktır.
Mümin ahiretteki sonsuz cennet hayatını hedefler. Tüm hayatı Allah'ın
rızasını ve bu büyük "kurtuluş ve mutluluk"u elde etmek üzerine
kuruludur. "Namazı, ibadetleri, hayatı ve ölümü" bunlar üzerine
kurulu olduğuna göre, elbette sevgisini ve sevginin en açık göstergesi olan
evliliğini de bu temel üzerine kuracaktır.
Allah rızası için evlilik, "şirk" üzerine kurulan evlilikten
elbette tümüyle farklıdır. Allah için yapılan evliliğin kıstası ise, elbette
mal, şöhret, fizik gibi geçici kıstaslar olamaz. Evliliğini de Allah'ın
rızasını arayarak yapacaktır. Evlilik için talip olacağı insan da Allah
rızasını en çok kazanmasına vesile olacak olan insandır. Yani mümin
özelliklerine en çok sahip olan, iman ve takvaca en üstün olduğuna karar
verdiği insan...
Bundan dolayıdır ki, Asr-ı Saadet döneminde Allah'ın rızasını arayan mümin
kadınlar, hep Peygamberimiz (sav) ile evlenmeye talip olmuşlardır. Aksini
tercih edenleri, Allah ayetlerinde "dünya hayatının süslü-çekiciliğini
isteyenler" olarak şöyle tanımlamıştır:
Ey
peygamber, eşlerine söyle: "Eğer siz dünya hayatını ve onun
süslü-çekiciliğini istiyorsanız, gelin sizi yararlandırayım ve güzel bir salma
tarzıyla sizi salıvereyim. Eğer siz Allah'ı, Resulü'nü ve ahiret yurdunu
istiyorsanız artık hiç şüphesiz Allah, içinizden güzellikte bulunanlar için
büyük bir ecir hazırlamıştır." (Ahzab Suresi, 28-29)
Mümin Özellikleri
Kuran'a göre yaşayan bir insan, sevgisini de Kuran'a göre yaşayanlara, yani
müminlere yöneltecektir. Müminlerin, onları sevilmeye layık kılan ve Allah'a
iman etmelerinden doğan bazı özellikleri vardır. Mümin, diğer müminlerde bu
özellikleri arayacak, bunları gördüğü için onları sevecektir. Bu özellikler bir
kişide ne kadar çok ortaya çıkarsa, ona olan sevgisi de o kadar artacaktır.
Allah'ın Kuran'da bildirdiği mümin özelliklerinin belli başlılarını şöyle
maddeleştirebiliriz:
• Müminler ancak Allah'a kulluk ederler. O'ndan başka zihinlerinde
ilahlaştırdıkları hiçbir varlık yoktur. (Fatiha Suresi, 1-7; Nisa Suresi, 36)
• Allah'tan korkup-sakınırlar. Allah'ın yasakladığı veya rızasına aykırı
olan bir şeyi yapmaktan çok çekinirler. (Al-i İmran Suresi, 102; Yasin Suresi,
11; Tegabün Suresi, 15-16; Zümer Suresi, 23)
• Yalnızca Allah'a güvenirler. (Bakara Suresi, 249; Tevbe Suresi, 25-26)
• Allah'tan başka hiç kimseden korkmazlar. (Ahzab Suresi, 39)
• Allah'a şükrederler. Bu nedenle ekonomik yönden darlıkta ya da bollukta
olmaları onlara herhangi bir üzüntü ya da böbürlenme vermez. (Bakara Suresi,
172; İsra Suresi, 3; İbrahim Suresi, 7)
• Kesin bilgiyle iman etmişlerdir. Allah'ın rızasını kazanmaktan dönmek
gibi bir düşünceye asla kapılmazlar. Her gün daha şevkli ve heyecanlı biçimde
hizmetlerini sürdürürler. (Hucurat Suresi, 15; Bakara Suresi, 4)
• Kuran'a kuvvetle bağlıdırlar. Tüm hareketlerini Kuran'a göre düzenlerler.
Kuran'a göre yanlış olduğunu gördükleri bir tavırdan hemen vazgeçerler. (Araf
Suresi, 170; Maide Suresi, 49; Bakara Suresi, 121)
• Sürekli Allah'ı anarlar. Allah'ın herşeyi gören ve işiten olduğunu bilir,
sürekli Allah'ın sonsuz kudretini hatırda tutarlar. (Al-i İmran Suresi, 191;
Rad Suresi, 28; Nur Suresi, 37; Araf Suresi, 205; Ankebut Suresi, 45)
• Allah karşısında acizliklerini bilirler. Mütevazidirler. (Ancak bu,
insanlara karşı aciz görünmek ve ezik tavırlar sergilemek demek değildir.)
(Bakara Suresi, 286; Araf Suresi, 188)
• Herşeyin Allah'tan olduğunu bilirler. Bu nedenle hiçbir olay karşısında
telaşa kapılmaz, her zaman serinkanlı ve tevekküllü davranırlar. (Tevbe Suresi,
51; Teğabün Suresi, 11; Yunus Suresi, 49; Hadid Suresi, 22)
• Ahirete yönelmişler, asıl hedef olarak ahireti belirlemişlerdir. Ancak
dünya nimetlerinden de faydalanır, dünyada da cennet ortamının bir benzerini
oluşturmaya çalışırlar. (Nisa Suresi, 74; Sad Suresi, 46; Araf Suresi, 31-32)
• Sadece Allah'ı ve müminleri dost ve sırdaş edinirler. (Maide Suresi,
55-56; Mücadele Suresi, 22)
• Akıl sahibidirler. Her an ibadet bilincinde olduklarından sürekli
dikkatli ve uyanıktırlar. Devamlı olarak müminlerin ve dinin lehine akılcı
hizmetler yaparlar. (Mümin Suresi, 54; Zümer Suresi, 18)
• Tüm güçleriyle Allah adına inkarcılara, özellikle inkarcıların önde
gelenlerine karşı büyük bir fikri mücadele verirler. Hiç yılmadan ve gevşemeden
mücadelelerini sürdürürler. (Enfal Suresi, 39; Hac Suresi, 78; Hucurat Suresi,
15; Tevbe Suresi, 12)
• Hakkı söylemekten çekinmezler. İnsanlardan çekindiklerinden dolayı
gerçeği açıklamaktan geri kalmazlar. İnkar edenlerin haklarında söylediklerine,
alay ve saldırılarına aldırmazlar, kınayıcıların kınamasından korkmazlar.
(Maide Suresi, 54, 67; Araf Suresi, 2)
• Allah'ın dinini tebliğ etmek için her yolu dener, çeşitli biçimlerde
insanları Allah'ın dinine davet ederler. (Nuh Suresi, 5-9)
• Baskıcı değillerdir. Merhametli ve yumuşak huyludurlar. (Nahl Suresi,
125; Tevbe Suresi, 128; Hud Suresi, 75)
• Öfkelerine kapılmazlar, anlayışlı ve bağışlayıcıdırlar. (Al-i İmran
Suresi, 134; Araf Suresi, 199; Şura Suresi, 40-43)
• Güvenilir insanlardır. Son derece güçlü bir kişilik sergiler, etraflarına
da güven telkin ederler. (Duhan Suresi, 17-18; Tekvir Suresi, 19-21; Maide
Suresi, 12; Nahl Suresi, 120)
• Büyücülük ve delilikle suçlanırlar. (A'raf Suresi, 132; Yunus Suresi, 2;
Sad Suresi, 4; Hicr Suresi, 6; Kamer Suresi, 9)
• Baskı ve zulüm görürler. (Şuara Suresi, 49, 167; Ankebut Suresi, 24;
Yasin Suresi, 18; İbrahim Suresi, 6; Neml Suresi,49, 56; Hud Suresi, 91)
• Zorluklara katlanırlar. (Ankebut Suresi, 2-3; Bakara Suresi, 156, 214;
Al-i İmran Suresi, 142, 146, 195; Ahzap Suresi, 48; Muhammed Suresi, 31; Enam
Suresi, 34)
• Zulümden ve öldürülmekten korkmazlar. (Tevbe Suresi, 111; Al-i İmran
Suresi, 156-158, 169-171, 173; Şuara Suresi, 49-50; Saffat Suresi, 97-99; Nisa
Suresi, 74)
• İnkarcıların saldırı ve tuzaklarıyla karşılaşır, alaya alınırlar. (Bakara
Suresi, 14, 212)
• Allah'ın koruması altındadırlar. Aleyhlerinde kurulan tüm tuzaklar boşa
çıkar. Allah, onları tüm iftira ve tuzaklara karşı koruyarak, onları üstün
kılar. (Al-i İmran Suresi, 110-111, 120; İbrahim Suresi, 46; Enfal Suresi, 30;
Nahl Suresi, 26; Yusuf Suresi, 34; Hac Suresi, 38; Maide Suresi, 42, 105; Nisa
Suresi, 141)
• İnkarcılara karşı tedbirlidirler. (Nisa Suresi, 71, 102; Yusuf Suresi,
67)
• Şeytanı ve yandaşlarını düşman edinmişlerdir. (Fatır Suresi, 6; Zuhruf
Suresi, 62; Mümtehine Suresi, 1; Nisa Suresi, 101; Maide Suresi, 82)
• Münafıklara karşı fikren mücadele eder, münafık karakterlilerle birlikte
olmazlar. (Tevbe Suresi, 83, 95, 123)
• İnkarcıların zorbalıklarına fikren engel olurlar. (Ahzab Suresi, 60-62;
Haşr Suresi, 6; Tevbe Suresi, 14-15, 52)
• Birbirlerine danışarak (istişare ile) hareket ederler. (Şura Suresi, 38)
• İman etmeyenlerin sözde gösterişli yaşantısına özenmezler. (Kehf Suresi,
28; Tevbe Suresi, 55; Taha Suresi, 131)
• Zenginlik ve mevkiden etkilenmezler. (Hac Suresi, 41; Kasas Suresi,
79-80; Nahl Suresi, 123)
• İbadetlere titizlik gösterir, 5 vakit namazlarını kılar, oruç ve benzeri
ibadetleri dikkatle yerine getirirler. (Bakara Suresi, 238; Enfal Suresi, 3;
Müminun Suresi, 1-2)
• Çoğunluğa değil, Allah'ın verdiği kıstaslara uyarlar. (Enam Suresi, 116)
• Allah'a yakınlaşmak, örnek bir mümin olmak için gayret sarfederler.
(Maide Suresi, 35; Fatır Suresi, 32; Vakıa Suresi, 10-14; Furkan Suresi, 74)
• Şeytanın etkisine girmezler. (A'raf Suresi, 201; Hicr Suresi, 39-42; Nahl
Suresi, 98-99)
• Atalarına körü körüne uymazlar. Kuran'a ve sünnete göre hareket ederler.
(İbrahim Suresi, 10; Hud Suresi, 62, 109)
• Kadınların ezilmesine göz yummazlar. (Nur Suresi, 4; Talak Suresi, 6;
Bakara Suresi, 231, 241; Nisa Suresi, 19)
• İsraftan kaçınırlar. (Enam Suresi, 141; Furkan Suresi, 67)
• İffetli davranırlar ve Allah'ın istediği şekilde evlenirler. (Müminun
Suresi, 5-6; Nur Suresi, 3, 26, 30; Bakara Suresi, 221; Maide Suresi, 5;
Mümtehine Suresi, 10)
• Dinde aşırılığa kaçmazlar. (Bakara Suresi, 143; Nisa Suresi, 171)
• Fedakardırlar. (İnsan Suresi, 8; Al-i İmran Suresi, 92, 134; Tevbe
Suresi, 92)
• Temizliğe dikkat ederler. (Bakara Suresi, 125, 168; Müddessir Suresi,
1-5)
• Estetik ve sanata önem verirler. (Sebe Suresi, 13; Neml Suresi, 44)
• Müminlerin arkasından konuşmaz, kusurlarını araştırmazlar. (Hucurat
Suresi, 12)
• Haset etmekten kaçınırlar. (Nisa Suresi, 128)
• Allah'tan bağışlanma dileyenlerdir. (Bakara Suresi, 286; Al-i İmran
Suresi, 16-17, 147, 193; Haşr Suresi, 10; Nuh Suresi, 28)
Müminlere Yapılan Baskılar
Üstteki mümin özelliklerinde aslında iki ayrı konu vardır:
Birincisi, Allah'a kulluk etmek, fedakarlık, mütevazilik gibi müminlerin
kendilerinin sahip olduğu güzel özellikler.
İkincisi, inkar edenlerin onlarla alay etmesi, onlara tuzak hazırlaması
gibi kendi ellerinde olmayan özellikler. Aslında bu ikinci tür özellikler,
samimi mümini tanımada son derece önemlidir. Çünkü birinci türün önemli bir
bölümü "taklit edilebilir" özelliklerdir. Örneğin bir münafık da,
çıkarlarına uygun olduğu için 5 vakit namaz kılabilir, bazı fedakarlıklar
yapabilir. Ama ikinci tür özellikler "taklit edilemez" özelliklerdir.
İnkar edenler, ancak gerçek bir mümine baskı uygulamaya çalışırlar.
Bu nedenle, müminleri değerlendirirken bu ikinci tür özelliklere de çok
önem vermek gerekir. Bir topluluğun gerçekten salih mümin topluluğu olup
olmadığını anlamak için Kuran'da Allah'ın değişmez kanunu olarak bildirilen bu
kıstaslara bakılmalıdır.
Müslümanlara yapılan sözlü baskı ve iftiraları değerlendirirken, önceki
Müslümanların başından geçenler temel başvuru kaynağımız olmalıdır. Çünkü Allah
Kuran'da, önceki müminlerin karşılaştıkları zorlukları ve maruz kaldıkları
karalama yöntemlerini detaylı olarak anlatmakta ve şöyle bildirmektedir:
Yoksa
sizden önce gelip-geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi
sandınız?... (Bakara Suresi, 214)
Kuran'da "öncekilerin başına gelenler"in detaylarıyla anlatıldığı
ayetlerde ise, oldukça dikkat çekici bir hususla karşılaşırız. Görürüz ki,
peygamberlere ya da müminlere düşman olanlar, onlara saldırırken genellikle
"Bu insanlar Allah'a iman ediyorlar, O'nun hoşnutluğunu arıyorlar" ya
da "Bu insanlar bizim gibi ahlaksız değiller, yüksek bir ahlaka sahipler"
gibi sözler söylememektedirler. Tam tersine müminleri, kendi akıllarınca
"karalama"ya çalışmakta, onları en olmadık suçlamalarla itham
etmektedirler.
Elbette "Biz Allah'a başkaldırdık, hiçbir ahlaki sınırı tanımıyoruz ve
çıkarlarımıza aykırı düşen bu insanları ezmek istiyoruz" demeyeceklerdir.
"Bunlar Allah'ın hükümlerini uygulayan vicdanlı insanlar, bizse sınırı
aşmış zalimleriz" gibi bir itirafta da bulunmayacaklardır. Tam tersine
kendilerini "iyi ahlaklı ve akıllı" ideal insanlar olarak gösterip,
müminleri karalayarak saldırılarına kendilerince meşru zemin hazırlamaya
çalışacaklardır. Kuran'da "öncekilerin başına gelenler"in anlatıldığı
kıssalarda, inkar edenlerin hep bu yöntemi izlediklerini görürüz.
Sözgelimi Hz. Nuh (as), gönderildiği toplumu -tüm peygamberler gibi-
yalnızca Allah'a kulluk etmeye çağırmıştı. Yalnızca Allah'a kulluk üzerine bina
edilmiş bir düzen ise, elbette batıl sistem sayesinde güç ve statü elde etmiş
olan kavminin "önde gelenleri"nin çıkarlarına ters düşmüştü. Ama bu
"önde gelenler" elbette "bu kişinin istedikleri çıkarlarımıza
ters düşüyor" dememişlerdir. Tam tersine, Hz. Nuh (as)'ı -büyük bir
iftirada bulunarak- çıkar peşinde koşmakla, "makam ve mevki"
kazanmaya çalışmakla suçladılar. Rabbimiz bu durumu ayetlerinde şöyle haber
vermiştir:
Andolsun,
Biz Nuh'u kendi kavmine (elçi olarak) gönderdik. Böylece kavmine dedi ki:
"Ey Kavmim, Allah'a kulluk edin. O'nun dışında sizin başka ilahınız
yoktur, yine de sakınmayacak mısınız?" Bunun üzerine, kavminden inkara
sapmış önde gelenler dediler ki: "Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden
başkası değildir. Size karşı üstünlük elde etmek istiyor..." (Müminun
Suresi, 23-24)
Aynı akılsızca suçlama Hz. Musa (as) ve Hz. Harun (as)'a da yapılmıştır.
Ayette haber verildiği üzere, Firavun ve çevresi onlara; "... Siz ikiniz, bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan
çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin
ikinize inanacak değiliz." (Yunus Suresi, 78) demişlerdir.
Müminlere atılan iftiralar daha farklı boyutlara da varabilir. Tarih
boyunca Allah'ın elçileri, etraflarındaki müminleri
"büyüleyip-kandırmakla" suçlanmışlardır:
Dediler
ki: "Bunlar (Musa ve Harun) her halde iki sihirbazdır, sizi sihirleriyle
yurdunuzdan sürüp-çıkarmak ve örnek olarak tutturduğunuz yolunuzu (dininizi)
yok etmek istemektedirler." (Taha Suresi, 63)
...
Kafirler dedi ki: 'Bu yalan söyleyen bir büyücüdür'. (Sad Suresi, 4)
Müslümanları karalamaya çalışanlar, kendi özelliklerini müminlere aitmiş
gibi göstermeye çalışırlar. Öyle ki, Hz. Nuh (as) gibi mübarek bir insan için "çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş
bir şımarık" (Kamer Suresi, 25) bile diyerek, aslında kendilerinin
yalancı olduklarını ispatlamışlardır.
Sık sık gündeme getirilen bir başka iftira ise "delilik" suçlamasıdır. Aslında bu suçlamanın ardında
yatan önemli bir kavrama eksikliği vardır. İnkar edenler, "Allah'ın rızasını kazanmak" gibi bir kavrama sahip
olmadıklarından, müminlerin yalnızca bu amaca yönelmiş olarak hareket
ettiklerini kavramakta zorlanırlar. Gerçekte hiçbir çıkar gözetmediklerini
bildikleri müminlerin, bütün hayatlarını Allah'ın rızası uğruna yaşamalarına
kendi çarpık bakış açıları nedeniyle anlam veremezler. Onların batıl düşünce
yapılarına göre, böylesine idealist bir tavır olsa olsa "delilik"tir. Nitekim bu iftirayı geçmişte sık sık
kullanmışlardır. Ayetlerde haber verildiği üzere, Firavun, Hz. Musa (as) için, "Şüphesiz ki size gönderilmiş olan
elçiniz gerçekten bir delidir" (Şuara Suresi, 27) demiş; kavmi, Hz.
Nuh (as)'ı yalanlarken o bir "delidir"
(Kamer Suresi, 9) iddiasında bulunmuştur.
Müminler bunların yanında fuhuş iftirasıyla da suçlanmıştır. Hz. Yusuf (as)
ve tüm mümin kadınlara örnek olarak gösterilen Hz. Meryem (as), bu iftirayla
karşılaşmış mübarek insanlardandır. Çoğu peygamber "şaşırmışlık ve sapmışlık" (Araf Suresi, 60) iftirasına
maruz kalmıştır.
Bütün bunların "öncekilerin
başına gelmiş" ve bitmiş olaylar olduğunu düşünmek elbette son derece
yanlış olur. Allah Kuran'da aynı şeylerin diğer müminlerin başına
gelebileceğini de haber vermektedir. Dolayısıyla aynı suçlama ve karalamalarla,
hak dini savunan ve böylelikle din ahlakından uzak çevreleri rahatsız eden her
mümin karşılaşabilir.
Müslümanlar hakkında söylenenlerin, her zaman bu tür bir karalama
kampanyasının parçası olabileceği göz önünde bulundurulmalı ve Rabbimiz'in
aşağıdaki ayetinde emrettiği gibi, "fasık" (doğru yoldan sapmış)ların
getireceği bu tür haberlere "etraflıca araştırmadan" itibar
edilmemelidir. Konuyla ilgili ayet şöyledir:
Ey
iman edenler, eğer bir fasık, size bir haber getirirse, onu 'etraflıca
araştırın'. Yoksa cehalet sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra
işlediklerinize pişman olursunuz. (Hucurat Suresi, 6)
CAHİLİYE TOPLUMUNDA HAYAT
Önceki sayfalarda, müminlerle diğer insanlar arasındaki en önemli farkın,
müminlerin Allah'ın sonsuz kudretinin farkında olmaları olduğunu belirtmiştik.
Ayrıca Allah'ın varlığına gönülden iman eden bir müminin tüm hayatını nasıl
düzenlediğini ve düzenlemesi gerektiğini incelemiştik.
Allah'ın gücünü takdir edebilen ve dolayısıyla hayatını Allah rızası
üzerine kuran bir insanın sahip olduğu en önemli özelliklerden biri de,
hayatının her saniyesinde yalnızca Allah'ın rızasını ve rahmetini düşünerek
hareket etmesidir. O, hayatını Allah'ın hoşnutluğunu kazanma, O'na
"kul" olma hedefi üzerine kurduğuna göre, Allah'ın yarattığını ve
kontrol ettiğini kavradığı tüm evrene artık değişik bir gözle bakacaktır.
Yalnızca Allah'ı İlah olarak tanıdığı için, sahte ilahlar artık mümin için bir
şey ifade etmeyecektir. Allah Kuran'da bu konuyu, Hz. İbrahim (as)'ın
söylediğini bildirdiği şu sözlerle vurgulamıştır:
Kitap'ta
İbrahim'i de zikret. Gerçekten o, doğruyu-söyleyen bir peygamberdi. Hani
babasına demişti: 'Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve seni herhangi bir şeyden
bağımsızlaştırmayan şeylere niye tapıyorsun?' (Meryem Suresi, 41-42)
Mümin, yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu aradığı, yalnızca O'na yalvardığı,
yalnızca O'ndan istediği için sadece Allah'a yönelir. Allah dışında hiç kimseyi
hoşnut etme ihtiyacı duymaz, Allah'tan başkasından medet ummaz. İnsanın gerçek
özgürlüğü, zaten ancak, bu gerçeği kavrayarak Allah'a yönelmesiyle olur.
Gerçek imana sahip olmayanların hayatları ise, müminin tam tersine, sayısız
sahte ilahın boyunduruğu altındadır. Böyle insanlar, hayatlarını sayısız insanı
hoşnut etmeye adarlar. İnsanlardan yardım isteyip medet umarlar. Oysa kendi
cahil mantıklarınca zihinlerinde ilahlaştırdıkları bu varlıklar da aynen
kendileri gibi aciz birer "kul"dur. Elbette ki bu varlıklar onların
isteklerine cevap veremezler, onları kurtaramazlar. Ölüm, bu sahte ilahların
insana gerçekte hiçbir yararı olmadığını ortaya koyan en kesin gerçektir. Ama,
bu hayali ilahların hayali olduklarını anlamak için ölümü beklemek, çok geç
kalmak anlamına gelir. Allah Kuran'da, bu insanların içinde bulunduğu çıkmazı
şöyle tarif eder:
Yardım
görürler umuduyla, Allah'tan başka ilahlar edindiler. Onların (o ilahların)
kendilerine yardım etmeye güçleri yetmez; oysa kendileri onlar için hazır
bulundurulmuş askerlerdir. (Yasin Suresi, 74-75)
İşte mümin olmayanların hayatları bu çarpık temel üzerine kurulmuştur. Bu
temelden dolayı müminlerle diğer insanlar arasındaki bir başka önemli fark daha
ortaya çıkar: Müminler kendilerine rehber olarak, Allah'ın onlara verdiği
kıstasları kabul eder, Hak kitap olan Kuran'a ve Peygamber Efendimiz (sav)'in
sünnetine uyarlar. Onların dini, Allah'ın Kuran'da tarif ettiği ve
Peygamberimiz (sav)'in örnek hayatıyla tanıttığı İslam'dır.
Hayatlarını Allah'ın farkında olmadan sürdüren insanlar ise, elbette
kendilerine rehber olarak, Allah'ın değil, zihinlerindeki sahte ilahların
kıstaslarını kabul edeceklerdir. Hak din olan İslam'a değil, batıl anlayışlara
ve inanışlara sahip olan sahte bir dine uyacaklardır. Onların dini, çok ilahlı
sapkın bir dindir. Bunlar, kendilerine kıstas olarak, içinde bulundukları
toplumun batıl değerlerini aldıkları için, birbirinden farklı kural ve amaçlara
sahip olurlar. Bu nedenle içinde bulundukları çok-ilahlı dinin farklı farklı
türleri vardır. Ancak şunu da belirtmekte yarar vardır: Bir insanın içinde
yaşadığı toplumun düzenine uyması, kanunlara ve kurallara tabi olması son
derece önemli ve gereklidir. Burada kast edilen doğruyu, güzeli, sevgiyi ve
saygıyı telkin eden ve yaşatan toplumsal kurallar değil, çıkarcılığı,
bencilliği, sevgisizliği ve acımasızlığı telkin eden batıl değerlerdir.
Kiminin hayattaki amacı, para ve güç elde etmek, kimininki saygı gören ve
sözü kabul edilen bir insan olmaktır. Kimisi hayatının amacını "iyi bir
eş" bulup, "mutlu bir yuva kurmak" olarak belirler. Bunların
hepsi bir müminin de hayatında olan unsurlardır. Ama salih bir mümin hiçbirine
olması gerekenden fazla değer vermez. Daha da önemlisi bu konular hakkında
Allah'ın Kuran'da bildirdiği ve Peygamber Efendimiz (sav)'in öğütlediği dışında
bir anlayışa de yargıya sahip olmaz. Din ahlakını yaşamayan insanların ise,
kendilerine belirledikleri her bir hedef için din ahlakına uygun olmayan
yöntemleri ve yolları vardır. “Hayat tarzı” olarak adlandırdıkları bu batıl
anlayışların her biri aslında batıl birer dindir ve Allah'ın varlığını ve
sınırlarını kavrayamama temeli üzerine kurulmuştur.
Oysa insanların yaratılışı, Allah'a kul olma ve Allah'a güvenme üzerine
kuruludur. İnsan, sonsuz istek ve ihtiyaçlarını kendi kendine karşılamak
imkanına sahip olmadığı için, yaratılıştan Allah'a bağlanmaya muhtaçtır.
Dolayısıyla insan fıtratı, Allah'ı "Rab" (eğitici, yol gösterici,
kural koyucu) olarak kabul etmeye yatkındır:
Öyleyse
sen yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah'ın o fıtratına
çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için hiçbir
değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu
bilmezler. (Rum Suresi, 30)
Nefsin kötü arzularına kapılmayıp, Allah'a iman eden halis bir mümin, tüm
hayatı boyunca "ne yapması gerektiğini" O'nun kitabından ve
Peygamberimiz (sav)'in sünnetinden öğrenir, peygamberleri kendine örnek edinir.
Müminin hayatı, inkar edenlerden tümüyle farklıdır. Dahası mümin, inkarcıların
hiç bilmedikleri bazı gerçekleri yine Kuran'dan öğrenir. Örneğin Allah Kuran'da
Kendisi'nden korkup sakınanlara her türlü durumda mutlaka bir çıkış yolu
göstereceğini müjdelemiştir:
...
Kim Allah'tan korkup-sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir; ve onu
hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim de Allah'a tevekkül ederse, O,
ona yeter. Elbette Allah, Kendi emrini yerine getirip-gerçekleştirendir. Allah,
herşey için bir ölçü kılmıştır. (Talak Suresi, 2-3)
Allah'ın kudretinin farkına varan ve O'nu hakkıyla tanıyan mümin hayatını
Allah'a teslim edecektir. Çünkü bilir ki, "kim Allah'a tevekkül ederse, O,
ona yeter". Bir ayette Hz. Yakub (as)'ın oğullarına bu konuda verdiği bir
öğüt şöyle haber verilmektedir:
...
Ben size Allah'tan hiçbir şeyi sağlayamam (gideremem). Hüküm yalnızca
Allah'ındır. Ben O'na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnızca O'na
tevekkül etmelidirler." (Yusuf Suresi, 67)
Bu gerçeği kavrayan mümin, hayattaki görevinin Allah'ın hükümlerini
uygulamaktan başka birşey olmadığını görecektir. Onun görevi de,
"mesleği" de budur. Ancak Allah yolunda çabalamakla sorumludur.
Herşeyi Allah'tan istemektedir çünkü kendisine herşeyi veren Allah'tır.
Müminlerin bu güzel ahlaklarını Allah Kuran'da şöyle haber vermiştir:
Ben,
cinleri ve insanları yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım. Ben, onlardan
bir rızık istemiyorum ve onların beni doyurup-beslemelerini de istemiyorum. Hiç
şüphesiz, rızık veren O, metin kuvvet sahibi olan Allah'tır. (Zariyat Suresi,
56-58)
Dolayısıyla Kuran'da tarif edilen ahlaka sahip bir mümin için "gelecek
korkusu" diye bir şey söz konusu olamaz. Bu korku ancak, hayatı,
birbirinden bağımsız milyonlarca sahte ilahın arasındaki bir çekişme olarak
görenlere özgüdür. Olayların Allah'ın kontrolünde ve takdir ettiği kader içinde
işlediğini bilmeyen bu insan, "kendi hayatını kurtarma" mücadelesi
vermesi gerektiğini sanmaktadır. "Rızkı"nı "taştan
çıkarması" gerektiği düşüncesindedir. Böyle düşündüğü için de, böyle
karşılık görür. Bediüzzaman Said Nursi,
Allah'ı tanımayanların, insanın asıl görevinin kulluk olduğunu
anlayamadıklarını anlattıktan sonra şöyle der:
"...'Hayat
bir cidaldir (çatışmadır)' diye eblehane (akılsızca) hükmetmişler."
İşte bu, "hayat bir çatışmadır" mantığından doğan ruh hali, Kuran
ahlakını yaşamayanların sahip olduğu dinin temel özelliklerinden biridir. Söz
konusu çarpık mantık nedeniyle bu insanlar, sürekli sıkıntı ve huzursuzlukla
dolu bir ruh hali içinde yaşarlar. Şöyle ki;
-Bu kimselerin büyük bölümü, müminlerin tam aksine, bencil, çıkarcı, küçük
hesaplar peşinde koşan, tek derdi "çıkarını kollamak" olan
insanlardır.
-Fedakarlıktan, fedakarlığın getirdiği incelikten haberleri yoktur.
Sevgileri çıkara dayalıdır: Bir insanı, o insanda olan güzel özelliklerden
dolayı değil, sadece "çıkar için" severler.
-Tabi kendilerini sevdiklerini söyleyen başka insanların da aynı şekilde
sevdiğini bilmektedirler. Bu nedenle hiçbir zaman sadakat ve vefa ortamında
yaşayamazlar. Hep "ya benden daha zenginini, daha güzelini, daha
yakışıklısını bulup da beni terk ederse" endişesi içindedirler.
-Kıskançtırlar. Bu nedenle güzellikten ve iyilikten zevk almayı bilmezler.
Örneğin bir insanın güzelliğine bakıp, ondan zevk alacak ve "Allah ne
güzel yaratmış" demenin huzurunu yaşayacak yerde, "neden bu güzellik bende
yok da onda var" kuruntusuyla kendilerini yerler.
-Allah'ın nimetine şükretmeyi ve kendilerine verilenle yetinmeyi bilmezler.
Bu nedenle hep "daha fazlası"nı isterler. Bu istek hiçbir zaman
tatmin edilemez ve sürekli bir rahatsızlık kaynağı olur.
-Aciz ve zayıf olduklarını kabul edip Allah'tan yardım dilemezler. Allah'a
büyüklenerek, O'ndan yardım istemeyerek acizlik ve zayıflıklarının yok
olacağını zannederler. Oysa böyle yapmakla acizlikleri ve zayıflıkları yok
olacak değildir. Bu kez insanlardan medet umarlar. Ama karşılarındaki de
kendileri gibi yalnızca çıkarlarını düşünen, aciz biridir ve gerçek anlamda
şefkat ve merhamet göstermekten yoksundur. Dolayısıyla beklentilerine
ulaşamadıkları için sık sık "bunalım" geçirir, karakter çöküntüleri
yaşarlar.
-Affedicilik ve anlayışlı olmaktan yoksundurlar. Bu nedenle aralarındaki en
ufak bir anlaşmazlık, çatışma ve kavgaya dönüşebilir. Her iki taraf da çoğu
zaman alttan almayı kendi gururuna yediremez. Bu nedenle sık sık büyük kavgalar
ederler.
-Allah'ın koruması ve kontrolü altındaki bir dünyada değil, tek kuralın
"galip gelmek" olduğu vahşi bir ormanda yaşadıklarını düşünürler.
Kendi sapkın düşüncelerine göre, bu "orman"da yaşayabilmek için sert,
saldırgan ve egoist olmaları gerekmektedir. Böyle düşündükleri için de böyle
"karşılık" görürler: Ya cahiliye deyimiyle "küçük balık"
olup yutulurlar, ya da "büyük -ve zalim- balık" olup diğerlerini
yutarlar.
Gerçek imanı yaşamayan, tarif edilen çarpık ahlak anlayışına göre hareket
eden insanların bulunduğu hemen her toplumun kuralları yukarıda sayılan
gibidir. Rabbimiz Kuran'da, bu toplumları Kendisi'nin ve ahiretin farkında
olmadıkları için- "cahiliye" toplumları olarak tanıtmıştır.
Rabbimiz'in Kuran'da bildirdiği gibi bir türlü akıllanıp Allah'a teslim olmayan
İsrailoğulları içinden bazı kimseler de, Hz. Musa (as) tarafından cahil olarak
tanımlanmıştır. Konuyla ilgili ayetler şöyledir:
İsrailoğullarını
denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa
rastladılar. Musa'ya dediler ki: "Ey Musa, onların ilahları (var; onların
ki) gibi, sen de bize bir ilah yap." O: "siz gerçekten cahillik
etmekte olan bir kavimsiniz" dedi.
"Onların
içinde bulundukları şey (din) mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler
(ibadetler) de geçersizdir. O sizi alemlere üstün kılmışken, ben size Allah'tan
başka bir ilah mı arayacağım?" (Araf Suresi, 138-140)
Ama biraz önce de belirttiğimiz gibi, "cahiliye" tek bir bütün
değildir. Böyle bir toplumun içinde, hepsi aynı "cahillik"
özelliğiyle damgalanmış olmasına karşın, birbirinden farklı kesimler olabilir.
Bu kesimler genelde, "cahiliye"nin değer verdiği geçersiz kıstasları
-ki en başta ekonomik güç gelir- elde edip etmemiş olmalarına göre ayrılır.
"Cahiliye" Toplumunda İnsan Değerlendirmenin Ölçüsü
Salih müminler için, insanları değerlendirmenin ölçüsü "takva"dır
(Allah'tan korkup-sakınma ölçüsü, Allah'a yakınlık). İman sahibi olmayanların
oluşturduğu cahiliye toplumunda ise, insanlar hem kendilerini hem de diğer
insanları büyük ölçüde "para" kıstasına göre değerlendirirler.
Durum böyle olunca, cahiliye toplumunda pek çok çarpık mantık ortaya çıkar;
-Bol parası olan biri, son derece basit ve ahlaksız da olsa,
"cahiliye" toplumunda saygı görecektir.
-Toplumda oluşan bu kural nedeniyle, söz konusu "paralı ama
ahlaksız" kişi de kendisinin çok "saygıdeğer" bir kişi olduğunu
sanacaktır.
-"Para" böylesine önemli bir kıstas olunca, "parasız"
olanlar da otomatik olarak, "paralı"ların tam tersine belirli bir
eziklik ve güvensizlik duygusu yaşayacaklardır. Özellikle
"paralı"ların yanında, "parasız" olanların bu tavrı hemen
belli olur. Maddi durumu kötü olan kişi, belki karşısındaki zenginin son derece
ahlaksız ve basit bir kişi olduğunu, kendisinin ondan ahlaken daha üstün
olduğunu fark edecek, ama o da hala "cahiliye"nin değer yargılarının
etkisinde olacaktır: "Parasız" olmanın getirdiği ezikliği kolay kolay
yenemeyecektir.
-Paranın bu kadar önemli kıstas olduğu cahiliye toplumunda, doğal olarak
büyük bir ahlaki dejenerasyon yaşanacaktır. Rüşvet, yolsuzluk, sahtekarlık gibi
kavramlar günlük hayatın bir parçası haline gelecektir. Bu cahil insanlara göre
en büyük değer para olduğu için, parayı elde etmeye yarayan her yöntem, ne
kadar ahlaksız ve adaletsiz de olsa, meşruiyet kazanacaktır.
Kuran'daki Karun kıssası ile, Allah, cahiliye toplumunun söz konusu
"para merkezli" olma özelliğini en güzel biçimde şöyle anlatır:
Gerçek
şu ki, Karun, Musa'nın kavmindendi, ancak onlara karşı azgınlaştı. Biz, ona
öyle hazineler vermiştik ki, anahtarları, birlikte (taşımaya) davranan güçlü
bir topluluğa ağır geliyordu. Hani kavmi ona demişti ki: "Şımararak
sevinme, çünkü Allah, şımararak sevince kapılanları sevmez. Allah'ın sana
verdiğiyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma.
Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk
arama. Çünkü Allah, bozgunculuk yapanları sevmez." Dedi ki: "Bu,
bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir." Bilmez mi, ki
gerçekten Allah, kendisinden önceki nesillerden kuvvet bakımından kendisinden
daha güçlü ve insan-sayısı bakımından daha çok olan kimseleri yıkıma
uğratmıştır. Suçlu-günahkarlardan kendi günahları sorulmaz. Böylelikle kendi
ihtişamlı-süsü içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını istemekte
olanlar: "Ah keşke, Karun'a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı.
Gerçekten o, büyük bir pay sahibidir" dediler. Kendilerine ilim verilenler
ise: "Yazıklar olsun size, Allah'ın sevabı, iman eden ve salih amellerde
bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden başkası
kavuşturulmaz" dediler. Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik.
Böylece Allah'a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi
kendine yardım edebileceklerden de değildi. Dün, onun yerinde olmayı
dileyenler, sabahladıklarında: "Vay, demek ki Allah, kullarından dilediğinin
rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lütfetmiş
olmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten inkar edenler felah
bulamaz" demeye başladılar. İşte ahiret yurdu; Biz onu, yeryüzünde
büyüklenmeyenlere ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere (armağan) kılarız.
(Güzel) Sonuç takva sahiplerinindir. (Kasas Suresi, 76-83)
Ayetlerden anlaşıldığı gibi, Karun ve ona özenenler klasik bir cahiliye
toplumudur. Tüm mülkün Allah'ın olduğunu ve Allah'ın, mülkü dilediğine verdiğini
kavrayamamışlardır. Karun, kendisine verilen mülkün "onda olan bir
üstünlük nedeniyle" verildiğini sanmaktadır. Oysa;
-Herşeyin Yaratıcısı Allah olduğuna göre, herşeyin gerçek sahibi de O'dur.
İnsanlar, tümü Allah'a ait olan bu mülke yalnızca geçici bir süre için
"emanetçi" derecesinde sahip olabilirler.
-İnsanlara verilmiş olan nimetler, onlarda olan bir üstünlük ya da
özellikten dolayı değil yalnızca bir nimet ve imtihan olarak verilmiştir.
"Gururlanmak" için değil, "şükür" etmek için verilmiştir.
Eğer bu anlaşılamazsa, sahip olunan mülk, hem dünyada ve hem de ahirette insana
mutluluk ve kurtuluş getirmeyecektir.
-Mülk, cimrilik ederek "biriktirip-yığmak" için değil, Allah
rızası için kullanılmak üzere verilir. Böyle yapmayanların sonunu Allah Kuran'da
şöyle bildirir:
Allah'ın,
bol ihsanından kendilerine verdiği şeylerde cimrilik edenler, bunun kendileri
için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır; bu, onlar için şerdir; kıyamet günü,
cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mirası
Allah'ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır. (Al-i İmran Suresi, 180)
-Mümin Allah'ın verdiği mülkü, akılcı bir biçimde, Allah rızası için
harcarken, bunun bitip-tükeneceğinden de korkmamalıdır. Rabbimiz Kuran'da bu
tehlikeye dikkat çekip, şeytanın insanı "fakirlikle
korkuttuğu" (Bakara Suresi, 268) hatırlatmıştır, ve Kendi yolunda
harcanan (infak edilen) malın yerine, bir başkasını vereceğini de bildirmiştir.
Konuyla ilgili ayet şöyledir:
De
ki: "Şüphesiz benim Rabbim, kullarından rızkı dilediğine genişletip-yayar
ve ona kısar da. Her neyi infak ederseniz, O (Allah), yerine bir başkasını
verir; O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Sebe Suresi, 39)
Yukarıda bahsettiğimiz Karun kıssası aslında cahiliye toplumlarının genel
bir karakterini ortaya koymaktadır. Ayetlerde haber verildiği gibi, Karun
aslında "cahiliye" toplumunda bulunan bir karakteri temsil
etmektedir. Bu karakter, cahiliye toplumu içinde zenginliği ve itibarıyla
dikkati çeken bazı kimselerdir.
Ayetlerde ayrıca Karun'a özenenler anlatılmaktadır. Bunlar da Karun'la aynı
cahil anlayışı paylaşmakta, mülkün sahibinin Allah olduğunu
anlayamamaktadırlar. Dolayısıyla Karun'u ve sahip olduklarını gözlerinde
büyütmektedirler.
Cahiliyenin telkininden kurtulmuş olanlarsa yalnızca müminlerdir. Onlar;
-Kıstaslarının para değil, iman olduğunu ve mülkün gerçek sahibinin Allah
olduğunu kavramış oldukları için, Karun'un özenilecek değil, acınacak durumda
olduğunu görebilmişlerdir.
-Cahiliye toplumunun üyeleri gibi, ancak Karun'un mülkü yok olduktan sonra
"Demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve
kısıp-daraltmaktadır" dememişler, aynı gerçeği baştan görüp-bilmişlerdir.
Benzer bir durum, Allah'ın Kehf Suresi'nde anlattığı "bahçe
sahipleri"nde de görülür. Kendisine bol nimet ve mülk verilip de aynı
Karun gibi kendini bunların gerçek sahibi sanan insanla, Allah'a iman eden
O'ndan korkup-sakınan mümin arasındaki farkı Rabbimiz ayetlerde şöyle anlatır:
Onlara
iki adamın örneğini ver; onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve ikisini
hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da ekinler bitirmiştik. İki bağ da
yemişlerini vermiş, ondan (verim bakımından) hiçbir şeyi noksan bırakmamış ve
aralarında bir ırmak fışkırtmıştık. (İkisinden) Birinin başka ürün (veren
yer)leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: "Ben,
mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha
güçlüyüm." Kendi nefsinin zalimi olarak (böylece) bağına girdi (ve):
"Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum" dedi.
"Kıyamet-saati'nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime
döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım."
Kendisiyle konuşmakta olan arkadaşı ona dedi ki: "Seni topraktan, sonra
bir damla sudan yaratan, sonra da seni düzgün (eli ayağı tutan, gücü kuvveti
yerinde) bir adam kılan (Allah)ı inkar mı ettin? Fakat, O Allah benim Rabbimdir
ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam. Bağına girdiğin zaman, 'MaşaAllah,
Allah'tan başka kuvvet yoktur' demen gerekmez miydi? Eğer beni mal ve çocuk
bakımından senden daha az (güçte) görüyorsan. Belki Rabbim senin bağından daha
hayırlısını bana verir, (seninkinin) üstüne gökten 'yakıp-yıkan bir afet'
gönderir de kaygan bir toprak kesiliverir. Veya onun suyu dibe göçüverir de
böylelikle onu arayıp-bulmaya kesinlikle güç yetiremezsin."
(Derken)
Onun ürünleri (afetlerle) kuşatılıverdi. Artık o, uğrunda harcadıklarına karşı
avuçlarını (esefle) ovuşturuyordu. O (bağın) çardakları yıkılmış durumdaydı,
kendisi de şöyle diyordu: "Keşke Rabbime hiç kimseyi ortak
koşmasaydım."
Allah'ın
dışında ona yardım edecek bir topluluk yoktu, kendi kendine de yardım edemedi.
İşte burada (bu durumda) velayet (yardımcılık, dostluk) hak olan Allah'a
aittir. O, sevap bakımından hayırlı, sonuç bakımından hayırlıdır. (Kehf Suresi,
32-44)
Maddi Değerlere Aşırı Önem Verenler
Kuran-ı Kerim'in birçok kıssasında, Müslümanların karşılaştığı, kendilerine
din ahlakını tebliğ ettikleri ve çoğunlukla olumsuzluklarına karşı fikri
mücadele içinde oldukları bir kesim anlatılmıştır. Neredeyse bütün peygamber
kıssalarında bildirilen bu insanların özellikleri de ayetlerde çok açık bir
biçimde haber verilmiştir.
Rabbimiz Kuran'da, bu topluluğu, "kavmin önde gelen
büyüklenenleri", "refah içinde şımaranlar", "günah üzerinde
ısrarlı davrananlar", "haksız yere böbürlenenler" gibi
ifadelerle tanıtmıştır. Bu kimselerin ortak özellikleri, kendilerine verilen
güç ve imkanları, Allah'a isyan ve yeryüzünde bozgunculuk yönünde
kullanmalarıdır. Ayetlerde şöyle bildirilmiştir:
Biz
hangi ülkeye bir uyarıcı gönderdikse, mutlaka oranın 'refah içinde şımaran önde
gelenleri: 'Gerçekten biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi tanımıyoruz'
demişlerdir. Ve: 'Biz mallar ve evlatlar bakımından daha çoğunluktayız ve bir
azaba uğratılacak da değiliz' de demişlerdir. (Sebe Suresi, 34-35)
Ayetlerde haber verilen bilgiler doğrultusunda söz konusu bu kesimin
özelliklerini şöyle sayabiliriz;
- Kendilerine verilen refah, "mallar ve oğullar", söz konusu
kesimin iyice böbürlenmesine, Allah'ı tanımayıp, O'na başkaldırmalarına (Allah'ı
tenzih ederiz) neden olur:
Ad
(kavmin)e gelince; onlar yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve dediler ki:
"Kuvvet bakımından bizden daha üstünü kimmiş?" Onlar, gerçekten
kendilerini yaratan Allah'ı görmediler mi? O, kuvvet bakımından kendilerinden
daha üstündür. Oysa onlar, Bizim ayetlerimizi (bilerek) inkar ediyorlardı.
(Fussilet Suresi, 15)
Ancak burada şunu da belirtmekte fayda vardır: Geniş maddi olanaklara sahip
olmak olumsuz bir özellik değildir. Ancak kişinin bu olanakları kendisine
verenin Yüce Allah olduğunun farkında olması ve sahip olduğu herşey için
Allah'a şükretmesi gerekir. Yanlış olan, insanların dünya hayatında kendilerine
sunulan imkanlar nedeniyle kibirlenmeleri ve bunun inkarlarına vesile
olmasıdır. Nitekim Kuran'da kötü özellikleri ibret olarak bildirilen kişiler de
böyle bir yanlışa yönelen insanlardır.
- Müminlerin Kuran ahlakını tebliğ ederken en çok tepki aldıkları topluluğu
da çoğu zaman yine bu "refah içinde şımaran önde gelenler" oluşturur.
Söz konusu kesim, Allah'a teslim olmayı ve ellerindeki imkanları O'nun istediği
biçimde kullanmayı kabul etmediklerinden, müminlere öfke duyarlar. Örneğin
Mekkeli müşrikler arasında bu öfkeleri nedeniyle sevgili Peygamber Efendimiz
(sav)'i tutuklamaya, yaşadığı yerden zorla çıkarmaya ve öldürmeye kalkışanlar
bile olmuştur:
Hani
o inkar edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla,
tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir
karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık verenlerin)
hayırlısıdır. (Enfal Suresi, 30)
Kuran ayetlerinde detaylı olarak özellikleri bildirilen bu ahlaktaki
toplulukların benzer örneklerine günümüzde de bazı toplumlarda rastlamak
mümkündür. Dünyanın çeşitli ülkelerinde, dejenere bir hayat yaşayan, her türlü
ahlaki sapkınlığı sözde meşru gören ve maddi olanakları fazla olduğu için
toplumun önde gelen sınıfını oluşturan bu insanlar, toplumsal ahlaki çöküntüyü
meydana getiren temel unsurlardandır. Her türlü cinsel sapıklığın yaşandığı,
uyuşturucu ve alkol tüketiminin çok yüksek seviyelerde olduğu sapkın eğlence
anlayışına sahip bu toplulukların neden olduğu manevi çöküntü, bazı Güney
Amerika, Güney Asya ve Batı ülkelerinde açıkça görülebilir.
Ancak unutulmamalıdır ki, ahlaksızlık, sahtekarlık, dolandırıcılık,
haksızlık ve adaletsizlik üzerine bina edilmiş hiçbir sistem kalıcı olmaz. Her
türlü batıl ve dejenere sistem yok olmaya mahkumdur. Bu gerçek bir Kuran
ayetinde şu şekilde haber verilmiştir:
(Hem
de) Yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa
hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp-kuşatmaz. Artık onlar
öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler? Sen, Allah'ın sünnetinde
kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir
dönüşüm de bulamazsın. (Fatır Suresi, 43)
Görüldüğü gibi, yeryüzünde büyüklük taslayan, sahip olduğu imkanlar
nedeniyle şımarıklığa kapılan, bu imkanları ahlaksız bir hayat yaşamak ve
yaşatmak için kullanan her grubun, yenilgiye uğrayacak olması Allah'ın bir
kanunudur. Ama tüm bu insanlar dünyadayken tevbe edip, kötülükten vazgeçme
imkanına sahiptirler. Böyle bir sisteme dahil olan kişiler, Allah'ın her zaman
için bağışlayan olduğunu, bu yoldan dönüp iman eden, vatanının ve milletinin
hayrı için çalışmaya başlayan, iyiden ve haktan yana tavır koyan kişileri
affeden olduğunu unutmamalıdırlar.
Kim doğru yola uyarsa, öncelikle kendi iyiliği için doğru yola uymuş olur.
Buna rağmen kim tekrar kötülüğe ve sapkınlığa dönerse, kuşkusuz Rabbimiz azabı
pek şiddetli olandır. Allah bir ayette şöyle buyurmaktadır:
Kim
hidayete ererse, kendi nefsi için hidayete erer; kim de saparsa kendi aleyhine
sapar. Hiçbir günahkar, bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Biz, bir elçi
gönderinceye kadar (hiçbir topluma) azab edecek değiliz. (İsra Suresi, 15)
Cahiliye Toplumunda Çarpık Ahlak Anlayışı
Kuran'da Allah'ın tarif ettiği müminlerin ahlakı Allah korkusu ve
hoşnutluğu üzerine kuruludur. "Cahiliye" toplumunda ise, değer
yargısı "takva" üzerine kurulu olmadığı için, ahlak anlayışı da
çarpıktır;
- "Cahiliye" toplumu, Allah'ın sonsuz kudretinin farkında
olmadığı için, ahlak anlayışını "insanlar ne der" kıstası üzerine
dayandırmıştır. Bu durumda ahlak dışı bir davranış, toplumun diğer üyelerinin
görmediği ve bilmediği bir ortamda rahatça yapılabilir. Ya da bu ahlak dışı
anlayışa, toplumun diğer üyelerinin bu davranışı meşru görmesini sağlayacak
yeni isim ve şekiller bulunur.
Örneğin, fuhuşun ahlak dışı bir davranış olduğunu "cahiliye"
toplumunda da çoğu kişi kabul eder. Bu nedenle bu toplumun üyelerinin bir kısmı
fuhuş yapsa da "ben fuhuş yapıyorum" diye açıkça söylemez. Ama
kimsenin görmediği ve bilmediği bir biçimde bu eylemi rahatlıkla yapabilir.
Bunu, cahiliye insanlarının birçoğunun yaşamlarının hemen her anında
izlemek, günün her saatinde çeşitli örnekleriyle görmek mümkündür.
Sonsuza Kadar Yaşama İsteği
De
ki: "Elbette sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle
karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da, müşahede edilebileni de bilen (Allah)a
döndürüleceksiniz; O da size yaptıklarınızı haber verecektir." (Cuma
Suresi, 8)
Allah'ın ve ahiretin varlığına kesin olarak iman etmeyen
"cahiliye" toplumu mensuplarının en belirgin özelliklerinden biri,
"hiç ölmeyecekmiş gibi" yaşamalarıdır. Bu toplumda ölüm, herkesin
bildiği ama kesinlikle söz etmediği, adını ağzına almadığı bir konudur. Tüm
hesaplar ölüm yok sayılarak yapılır. Sanki "bu dünya"da sonsuza dek
yaşayacakmış gibi servet biriktirilir. Tüm hesaplar, ölüm göz önünde
bulundurulmadan yapıldığı için, bu kaçınılmaz sondan bahsetmek "şom
ağızlılık, patavatsızlık" olarak kabul edilir.
İşte cahiliye insanlarının çarpık bir mantık üzere yaşadıklarının en açık
göstergelerinden biri de budur. Her insan, "her
nefis ölümü tadıcıdır" (Al-i İmran Suresi, 185) hükmü gereği mutlaka öleceğine
göre, ölüm gerçeği hesaba katılmadan kurulan bir hayat elbette çürük bir temel
üzerine kurulmuş olur. Oysa insan mutlaka aklını ve vicdanını kullanmalıdır;
- Kendisine sonsuz yaşama isteği verildiğine göre, neden ortalama 60-70 yıl
gibi kısa bir süre yaşatılıp sonra da hayatına son verildiğini oturup
düşünmelidir.
- Ölümü düşünmeyerek hiçbir şekilde ölümden kaçamadığını, ancak avcıdan
kaçmak için kafasını kuma sokan devekuşu gibi akılsızlık yaptığını fark
etmelidir.
- Kendini en mükemmel bir biçimde, bir spermden yaratan Allah'ın, onu
yeniden diriltip yaşatma gücüne sahip olduğunu kavramalıdır.
- Ve onu öldükten sonra yeniden diriltip yaşatacağını yüzlerce ayette vaat
eden ve haber veren Allah'ın, bu sözünü elbette tutacağını bilmelidir.
O zaman ölümün yok oluş değil, ahirete geçiş kapısı olduğunu kavramaya
başlayabilir.
- Bu durumda ölümden korkmanın bir anlamı olmadığını anlayabilir. Zaten
ölümden korkmanın bir faydası yoktur; çünkü ölümden kaçılamaz. Herkes kaderinde
belirlenmiş zamanda ölecektir. Ölüm korkusuna kapılanları, Allah Kuran'da şöyle
uyarmıştır:
...
Onlar, sana açıklamadıkları şeyi içlerinde gizli tutuyorlar, "Bu işten
bize bir şey olsaydı, biz burada öldürülmezdik" diyorlar. De ki:
"Evlerinizde olsaydınız da üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar, yine
devrilecekleri yerlere gidecekti..." (Al-i İmran Suresi, 154)
Ama ahirete geçiş kapısı olan ölüm, ancak hayatını Allah rızasına uygun
olarak değerlendirenler için mutluluk ve kurtuluşa açılır. Allah'tan yüz
çevirmiş olanlar içinse, ölüm kesin bir yıkım ve felaketin başlangıcıdır. Hiç
ölmeyecekmiş gibi yaşayarak Allah'ı unutanların, ölüm geldiğinde duyacakları
pişmanlığın bir şey ifade etmeyeceğini Rabbimiz Kuran'da haber vermiştir:
Tevbe;
ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: "Ben şimdi
gerçekten tevbe ettim" diyenler, ne de kafir olarak ölenler için değil.
Böyleleri için acı bir azap hazırlamışızdır. (Nisa Suresi, 18)
Sonunda,
onlardan birine ölüm geldiği zaman, der ki: "Rabbim, beni geri çevirin.
Ki, geride bıraktığım (dünya)da salih amellerde bulunayım." Asla,
gerçekten bu, yalnızca bir sözdür, bunu da kendisi söylemektedir. Onların
önlerinde, diriltilip kaldırılacakları güne kadar bir engel (berzah) vardır.
(Müminun Suresi, 99-100)
Kendini Allah'a adamayan herkes -Allah'ın dilemesi dışında- bu pişmanlığı
yaşayacaktır.
Öyleyse, madem hayat çok kısadır, bu hayattan sonra sonsuz bir gerçek hayat
vardır ve madem o sonsuz hayat, bu dünyada Allah'ın rızasını arayarak
kazanılacaktır; bu durumda;
- İnsanın buradaki kısa ve değersiz hayatından çok, ölümden sonra
başlayacak gerçek hayatını düşünmesi gerekir. Bu yüzdendir ki, bu gerçeği
kavramış olan müminler "katıksızca
(ahireti asıl) yurdu düşünüp-anan ihlas sahipleri"dirler. (Sad Suresi,
46)
- Dünyada elde edilecek servet ve imkanlara tutkuyla bağlanmanın bir anlamı
yoktur. Kimse ne malını, ne güzelliğini, ne kuvvetini ne ailesini, ne de
şöhretini ahirete götüremez. Bunların hiçbiri mezardaki insana eşlik edemez.
Mezara giren yalnızca kefene sarılı bir bedendir; o da kısa bir süre içinde
kurtlanıp çürümeye başlayacaktır.
- Bu dünyadan ahirete götürülecek tek şey Allah rızası için yapılmış olan
salih amel ve ibadetlerdir. O zaman bu dünyada kısa bir süre için insana
verilmiş olan nimetler (sağlık, güzellik, servet vb.), ahirette ebedi olarak ve
çok daha güzeliyle yeniden insana verilecektir.
- Bu gerçeği kavramayıp da malını ve bedenini Allah rızası için harcamaktan
kaçınıp "cimrilik" eden, kendi ahiretini mahvetmekte ve asıl kendine
cimrilik etmektedir. Konuyla ilgili bir ayet şöyledir:
İşte
sizler böylesiniz; Allah yolunda infak etmeye çağrılıyorsunuz; buna rağmen
bazılarınız cimrilik ediyor. Kim cimrilik ederse, artık o, ancak kendi nefsine
cimrilik eder. Allah ise, Ganiy (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan)dır; fakir olan
sizlersiniz. Eğer siz yüz çevirecek olursanız, sizden başka bir kavmi
getirip-değiştirir. Sonra onlar, sizin benzeriniz de olmazlar. (Muhammed
Suresi, 38)
Bunları kavrayamayan ve dünyaya büyük bir sevgiyle bağlanmış olanlar,
kendilerini sözde "ölümsüz"leştirmeye çalışırlar. "Geride adını
sürdürecek bir şey bırakmak" isteği bundandır. Bunun çeşitli şekilleri
vardır:
- Bazıları arkalarında "adlarını sürdürecek" eserler bırakmayı
dener. Allah Kuran'da bu tavrı şöyle haber verir:
"Siz,
her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor
musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz?"
(Şuara Suresi, 128-129)
- Bu psikolojinin en belirgin örneklerinden biri de "çocuk
yetiştirmeye" karşı olan aşırı istektir. Ahireti ummayanlar, geride
adlarını anıp-sürdürecek çocuklar bırakma hevesinde olurlar genelde. Özellikle
erkek çocuk istenmesinin de nedeni budur. "Çocuk sahibi olma"
tutkusunun dünya hayatının geçici süsü olduğunu Rabbimiz bir ayette şöyle haber
verir:
Bilin
ki, dünya hayatı ancak bir oyun, '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir
süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir
'çoğalma-tutkusu'dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin
(veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki
sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir
azab; Allah'tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı,
aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir. (Hadid Suresi, 20)
Elbette insanın güzel ahlaklı, hayırlı insanlar yetiştirmek istemesi
makbuldür. Ancak cahiliyenin çarpık sisteminde insanların bu isteğinin nedeni
Allah'ın razı olması değil, kendi enaniyetlerini tatmin etmek, kendilerince
dünyada kalıcı bir isim bırakmaktır.
Oysa Kuran'a baktığımızda müminlerin çocuk sahibi olmayı, ancak Allah'ın
rızası için istediklerini ve çocuklarını da Allah rızasına uygun olarak
yetiştirdiklerini görürüz. Çoğu peygamber, yaşadıkları dönem ve ortamda böyle
bir imkanları olmadığı için uzun süre çocuk sahibi olmamış, ancak
yaşlandıklarında kendilerinden sonra din ahlakını anlatıp-savunmaya devam
etmesi için Allah'tan çocuk istemişlerdir.
Cahiliye Toplumundaki Din Anlayışı
Şimdiye dek özelliklerini saydığımız, Allah'ı gerektiği gibi takdir
edemeyen, bu nedenle de "cahil" olma özelliğini taşıyan toplum
yapısı, dini de kendi çarpık mantık ve inanışları doğrultusunda yorumlamıştır.
Bunun sonucunda ortaya çıkmış olan din anlayışı, Kuran'da Allah'ın emrettiği
gerçek dinden çok farklıdır. Rabbimiz Kuran'da Hz. Muhammed (sav)'e vahyedilen
dini, "... insanların "ağır
yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiren..." (Araf Suresi, 157),
"içinde hiçbir zorluk bulunmayan" bir din olarak tanıtmaktadır:
...
O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir, atanız
İbrahim'in dininde olduğu gibi. O, bundan daha önce de, bunda (Kur'an'da) da
sizi "Müslümanlar" olarak isimlendirdi... (Hac Suresi, 78)
Kuran'da insanlar, düşünmeye, tabi oldukları yanlış inanç ve yolları fark
ederek Allah'ın istediği şekilde bir yaşam tarzına çağrılmaktadırlar.
Cahiliye toplumu ise Kuran'ın çok net ve anlaşılır mesajını görmezlikten
gelerek, İslam adına koyu taassuplu bir dini türetmiştir. Cahiliyenin
oluşturduğu bu çarpık din anlayışının bazı özelliklerini şöyle sayabiliriz:
- Kuran'da Allah'ın bildirdiği din, yalnızca Allah'a kul olmayı ve O'ndan
başka varlıkları ilah edinmemeyi emreder. Buna göre insan yalnızca Allah'ın
rızasını aramakla sorumludur, başkalarının hoşnutluğunu aramak gibi bir
zorunluluğu yoktur. Cahiliye ise, dini Allah'ın rızasını aramak için bir yol
olarak görmemektedir. Cahiliyenin bu hatalı anlayışına göre ortaya çıkan din,
"insanlar ne der?" korkusuna dayalı ve gerçek din ahlakından tümüyle
ayrı bir yapıdır.
- Kuran ahlakını bilmeyen ve anlamayan cahiliyenin din anlayışı, bir takım
batıl inanışlara dayalıdır. Çeşitli yerel adet ve inanışlar dine eklenmiş,
dindar olmak, atalardan gelen batıl birtakım inanışlara bağlı olmakla aynı şey
haline getirilmiştir. Halbuki, Kuran'da Allah'ın tarif ettiği ve Peygamberimiz
(sav)'in yaşamında en güzel örneklerini gördüğümüz dinin bunlarla hiçbir ilgisi
yoktur. Kuran'da Rabbimiz, yalnızca Kendi sınırlarını ve Peygamber (sav)'in
sünnetini ölçü almayı emreder. Tarih boyunca peygamberler hakkın karşısına atalarından
öğrendikleri batıl inançlarla çıkmaya kalkışanlarla mücadele etmişlerdir.
Onların bu ahlaklarını Allah ayetlerde şöyle haber vermiştir:
Ne
zaman onlara: "Allah'ın indirdiklerine uyun" denilse, onlar:
"Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız"
derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış
idiyseler? (Bakara Suresi, 170)
Aynı konu, Maide Suresi, 104; Enam Suresi, 91; Araf Suresi, 28 ve daha pek
çok ayette tekrarlanır.
- Dini bu yanlış anlayışla değerlendiren bazı cahiliye insanları, bu
tavırlarının doğal bir sonucu olarak dinin akılcılıktan ayrı olduğu yanılgısına
kapılmışlardır. Oysa Allah'ın Kuran'da bildirdiğine göre akıl, mümin olmanın
gereğidir. Müminler sürekli düşünmeye, araştırmaya ve Allah'ın ayetlerini bu
yolla görüp tanımaya davet edilirler. İman ve akıl birbiri ile bağlantılıdır;
aklı kullanmanın bir sonucu olarak iman edilir, akıl kullanıldıkça iman daha da
güçlenir.
- Cahiliye düşüncesi dinde olmayan bazı kuralları varmış gibi göstermekte,
helalleri haram yapmakta bir sakınca görmemektedir. Kuran'da, birçok insanın
sıkıntısını duyduğu bu mantığın yanlışlığı şu şekilde bildirilmiştir:
De
ki: "Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram
kılmıştır?" De ki: "Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir,
kıyamet günü ise yalnızca onlarındır." Bilen bir topluluk için ayetleri
böyle birer birer açıklarız. De ki: "Rabbim yalnızca çirkin-hayasızlıkları
-onlardan açıkta olanlarını ve gizli olanlarını,- günah işlemeyi, haklı nedeni
olmayan 'isyan ve saldırıyı' kendisi hakkında ispatlayıcı bir delil indirmediği
şeyi Allah'a şirk koşmanızı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi
haram kılmıştır." (Araf Suresi, 32-33)
Ne
oluyor ki size, kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı karşıya kalmanız dışında, O,
size haram kıldıklarını ayrı ayrı açıklamışken, üzerinde Allah'ın ismi anılan
şeyleri yemiyorsunuz? Gerçekten çoğu, bir ilim olmaksızın kendi heva (istek ve
tutku)larıyla (kimilerini) saptırıyorlar. Şüphesiz, senin Rabbin haddi aşanları
en iyi bilendir. (Enam Suresi, 119)
Ey
iman edenler, Allah'ın sizin için helal kıldığı güzel şeyleri haram kılmayın ve
haddi aşmayın. Şüphesiz Allah, haddi
aşanları sevmez. (Maide Suresi, 87)
- Cahiliyenin oluşturduğu batıl anlayış nedeniyle İslam, bazı kimseler
tarafından olduğundan çok farklı tanıtılmak istenmiştir. Oysa İslam
akılcılığın, güzelliğin, sevginin, anlayışın, sevecenliğin, merhametin,
temizliğin, estetiğin, kalitenin, asaletin hakim olduğu hak dindir.
Peygamberler, yaşadıkları dönemlerin en medeni insanlarıdır. Son derece
kültürlü ve estetik değerlere sahip kişilerdir. Peygamber Efendimiz (sav)
nezaketiyle, estetik zevkinin kalitesiyle, güzelliğiyle, temizliğiyle ve üstün
aklıyla tüm müminlere en güzel örnektir. Hz. Süleyman (as) da bu gerçeğin en
açık örneklerinden biridir. Sarayı mimari harikalarla, estetik mekanlarla
doludur.
Müslüman olmak Allah'a kul olmak ve O'nun verdiği nimetleri O'na şükrederek
kullanmaktır. Allah'ı tanımanın ve gerçekten üstün ahlaklı bir insan olabilmenin
çabasıdır.
Gerçek Müslüman, kendisini yaratan sonsuz kudret sahibi Allah'ın rızasını
arayan, O'nun rızasından başka hiçbir maddi veya manevi karşılık beklentisi
içinde olmayan kişidir.
İşte Müslümanlığın tanımlarından biri budur.
ALLAH'TAN BAŞKA İLAHLAR EDİNENLERİN EBEDİ MEKANI: CEHENNEM
Allah'ın
rızasına uyan kişi, Allah'tan bir gazaba uğrayan ve barınma yeri cehennem olan
kişi gibi midir? Ne kötü barınaktır o. (Al-i İmran Suresi, 162)
u Aşağılatıcı ve ebedi bir
azap yeridir. (Tevbe Suresi, 63, 68; Maide Suresi, 80; Enam Suresi, 128; Hud
Suresi, 107; Nahl Suresi, 29; Enbiya Suresi, 99; Nisa Suresi, 14, 151)
u Ateşi çok şiddetli ve
kavurucudur. (Mearic Suresi, 15-16; Al-i
İmran Suresi, 181; Ahzab Suresi, 64; Hac Suresi, 72; Nur Suresi, 57; Furkan Suresi,
11)
u Korkunç bir uğultusu
vardır. (Furkan Suresi, 12; Mülk Suresi, 7-8)
u Allah'ın yarattığı en
kötü barınma yeridir. (Al-i İmran Suresi, 162; Nisa Suresi, 115)
u Azap aralıksızdır ve
asla hafifletilmez. (Mü'min Suresi, 46-47; Maide Suresi, 37; Yunus Suresi, 52;
Beyyine Suresi, 6; Hac Suresi, 22; Al-i İmran Suresi, 88; Fatır Suresi, 36)
u Ölerek kurtulma imkanı
da yoktur. (İbrahim Suresi, 17)
u Yardım edebilecek hiçbir
kimse yoktur. (Al-i İmran Suresi, 91)
u Kaçış ve kurtuluş yolu
yoktur. (Maide Suresi, 37; Kehf Suresi, 53; Beled Suresi, 19-20)
u Başındaki bekçiler
meleklerdendir. (Mü'min Suresi, 49-50; Zuhruf Suresi, 77; Müddessir Suresi,
26-31)
u Yakıtı insanlar ve
taşlardır. (Bakara Suresi, 24; Tahrim Suresi, 6; Al-i İmran Suresi, 10; Enbiya
Suresi, 98; Hud Suresi, 119; Secde Suresi, 13)
u Ateşle dağlanma vardır.
(Tevbe Suresi, 35)
u Kemikleri çatırdatan
inlemeler duyulur. (Enbiya Suresi, 100)
u Suçlular bukağılara
vurulmuşlardır. (İbrahim Suresi, 49)
u Kaynar su ve irinli su
içirilir. (Nebe Suresi, 24-25; Gaşiye Suresi, 5; Vakıa Suresi, 54-55; Yunus
Suresi, 4; Sad Suresi, 57; İbrahim Suresi, 16-17)
u Yiyeceği zakkum ve darı
dikenidir. (Duhan Suresi, 43-46; Saffat Su resi, 62-66; Vakıa Suresi, 52-53;
Müzzemmil Suresi, 13; Gaşiye Suresi, 6-7)
u Cehennemdekiler katranla
giydirilmişlerdir. (İbrahim Suresi, 50)
YALNIZCA ALLAH'IN RIZASINI ARAYANLARIN EBEDİ MEKANI: CENNET
Orada
diledikleri herşey onlarındır; Katımız'da daha fazlası da var. (Kaf Suresi, 35)
u İnsanın zevk aldığı ve
isteği herşey ve daha fazlası vardır. (Kaf Suresi, 35; Zuhruf Suresi, 71;
Enbiya Suresi, 102)
u Muazzam bir mülk vardır.
(İnsan Suresi, 20)
u Her yanı nimetlerle
donatılmıştır. (Saffat Suresi, 43; İnsan Suresi, 20)
u Ölüm tadılmaz. (Duhan
Suresi, 56)
u Ebedi olarak kalınır.
(Bakara Suresi, 25)
u Yorgunluk veya bıkkınlık
duyulmaz. (Fatır Suresi, 35)
u Sınırsız mutluluk
vardır. (Yasin Suresi, 55)
u Tam bir rahatlık vardır.
(Vakıa Suresi, 89)
u Alabildiğine geniştir.
(Hadid Suresi, 21)
u Hoşnut bir yaşam vardır.
(Hakka Suresi, 21)
u Hüzün ve korku yoktur.
(Bakara Suresi, 62; Al-i İmran Suresi, 170; Fatır Suresi, 34; Araf Suresi, 35)
u Geniş ikram görülür.
(Saffat Suresi, 42)
u Kusursuz bir şekilde
yeni bir yaratılışla yaratılmış, bakire, tertemiz, pürüzsüz tenli, iri gözlü ve
bakışları sadece eşlerine çevirmiş huriler vardır. (Bakara Suresi, 25; Saffat
Suresi, 49; Zuhruf Suresi, 70; Saffat Suresi, 48; Duhan Suresi, 54; Vakıa
Suresi, 22-23, 36-37; Rahman Suresi, 56, 58, 70, 72; Nebe Suresi, 33; Vakıa
Suresi, 35)
u Yüksek köşkler ve güzel
meskenler vardır. (Furkan Suresi, 10, 75; Ankebut Suresi, 58; Saff Suresi, 12)
Rahatsız edici sıcak veya soğuk yoktur. Sürekli gölgelikleri vardır. (İnsan
Suresi, 13; Rad Suresi, 35; Mürselat Suresi, 41; Nisa Suresi, 57)
u İçinden ırmaklar akar.
(Bakara Suresi, 25)
u Sütten ve baldan
ırmaklar vardır. (Muhammed Suresi, 15)
Yükseklerde kurulmuş döşekler, mücevherlerle işlenmiş tahtlar vardır.
(Vakıa Suresi, 15, 34; Gaşiye Suresi, 13; Saffat Suresi, 44)
u Dizi dizi yastıklar,
serilmiş yaygılar, çarpıcı güzellikte döşekler vardır. (Gaşiye Suresi, 15-16;
Rahman Suresi, 76, Vakıa Suresi, 30)
u Bitip tükenmeyen,
hesapsız bir rızık vardır. (Sad Suresi, 54; Mümin Suresi, 40)
u İçindeki nimetler eksilmez.
(İnsan Suresi, 13; Vakıa Suresi, 33)
u Rahatlıkla erişilen çeşit çeşit
meyveler vardır. (Vakıa Suresi, 28, 29, 32; Nebe Suresi, 32; Hakka Suresi, 23;
Rahman Suresi, 68; İnsan Suresi, 14)
u Tertemiz su kaynakları vardır.
(Mutaffifin Suresi, 28; Gaşiye Suresi, 12; Rahman Suresi, 50; İnsan Suresi,
6,18)
u Çeşit çeşit incelikler ve
güzellikler vardır. (Rahman Suresi, 48)
u Atlastan ağır işlemeli yastıklar
vardır. (Rahman Suresi, 54)
u Hizmet eden, tertemiz kişiler
vardır. (Tur Suresi, 24)
u Saçılmış inci gibi ölümsüz
vildanlar vardır. (İnsan Suresi, 19)
u İçenlere sarhoşluk vermeyen
bembeyaz, katıksız bir şarap vardır. (Mutaffifin Suresi, 25,26; İnsan Suresi,
5; Saffat Suresi, 46-47; Vakıa Suresi, 19; Tur Suresi, 23)
u İpekten ve ağır işlenmiş
atlastan elbiseler, altın, gümüş ve inciden takılar vardır. (İnsan Suresi, 21;
Hac Suresi, 23)
u Yiyecek ve içecekler altın ve
gümüşten tepsi ve testilerle sunulur.
(Zuhruf Suresi, 71; İnsan Suresi, 15-16)
u İçindeki yiyeceklerin tadları
dünyadakilere benzemektedir. (Bakara Suresi, 25)
DARWİNİZM'İN ÇÖKÜŞÜ
Darwinizm, yani evrim teorisi, Yaratılış gerçeğini reddetmek amacıyla
ortaya atılmış, ancak başarılı olamamış bilim dışı bir safsatadan başka bir şey
değildir. Canlılığın, cansız maddelerden tesadüfen oluştuğunu iddia eden bu
teori, evrende ve canlılarda çok mucizevi bir düzenbulunduğunun bilim
tarafından ispat edilmesiyle ve evrimin hiçbir zaman yaşanmadığını ortaya koyan
350 milyon fosilin bulunmasıyla çürümüştür. Böylece Allah'ın tüm evreni ve
canlıları yaratmış olduğu gerçeği, bilim tarafından da kanıtlanmıştır. Bugün
evrim teorisini ayakta tutmak için dünya çapında yürütülen propaganda, sadece
bilimsel gerçeklerin çarpıtılmasına, taraflı yorumlanmasına, bilim görüntüsü
altında söylenen yalanlara ve yapılan sahtekarlıklara dayalıdır.
Ancak bu propaganda gerçeği gizleyememektedir. Evrim teorisinin bilim
tarihindeki en büyük yanılgı olduğu, son 20-30 yıldır bilim dünyasında giderek
daha yüksek sesle dile getirilmektedir. Özellikle 1980'lerden sonra yapılan
araştırmalar, Darwinist iddiaların tamamen yanlış olduğunu ortaya koymuş ve bu
gerçek pek çok bilim adamı tarafından dile getirilmiştir. Özellikle ABD'de,
biyoloji, biyokimya, paleontoloji gibi farklı alanlardan gelen çok sayıda bilim
adamı, Darwinizm'in geçersizliğini görmekte, canlıların kökenini Yaratılış gerçeğiyle
açıklamaktadırlar.
Evrim teorisinin çöküşünü ve yaratılışın delillerini diğer pek çok
çalışmamızda bütün bilimsel detaylarıyla ele aldık ve almaya devam ediyoruz.
Ancak konuyu, taşıdığı büyük önem nedeniyle, burada da özetlemekte yarar
vardır.
Darwin'i Yıkan Zorluklar
Evrim teorisi, tarihi eski Yunan'a kadar uzanan pagan bir öğreti olmakla
birlikte, kapsamlı olarak 19. yüzyılda ortaya atıldı. Teoriyi bilim dünyasının
gündemine sokan en önemli gelişme, Charles Darwin'in 1859 yılında yayınlanan
Türlerin Kökeni adlı kitabıydı. Darwin bu kitapta dünya üzerindeki farklı canlı
türlerini Allah'ın ayrı ayrı yarattığı gerçeğine kendince karşı çıkıyordu.
Darwin'in yanılgılarına göre, tüm türler ortak bir atadan geliyorlardı ve zaman
içinde küçük değişimlerle farklılaşmışlardı.
Darwin'in teorisi, hiçbir somut bilimsel bulguya dayanmıyordu; kendisinin
de kabul ettiği gibi sadece bir "mantık yürütme" idi. Hatta Darwin'in
kitabındaki "Teorinin Zorlukları" başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği
gibi, teori pek çok önemli soru karşısında açık veriyordu.
Darwin, teorisinin önündeki zorlukların gelişen bilim tarafından
aşılacağını, yeni bilimsel bulguların teorisini güçlendireceğini umuyordu. Bunu
kitabında sık sık belirtmişti. Ancak gelişen bilim, Darwin'in umutlarının tam
aksine, teorinin temel iddialarını birer birer dayanaksız bırakmıştır.
Darwinizm'in bilim karşısındaki yenilgisi, üç temel başlıkta incelenebilir:
1) Teori, hayatın yeryüzünde ilk kez nasıl ortaya çıktığını asla
açıklayamamaktadır.
2) Teorinin öne sürdüğü "evrim mekanizmaları"nın, gerçekte
evrimleştirici bir etkiye sahip olduğunu gösteren hiçbir bilimsel bulgu yoktur.
3) Fosil kayıtları, evrim teorisinin öngörülerinin tam aksine bir tablo
ortaya koymaktadır.
Bu bölümde, bu üç temel başlığı ana hatları ile inceleyeceğiz.
Aşılamayan İlk Basamak: Hayatın Kökeni
Evrim teorisi, tüm canlı türlerinin, bundan yaklaşık 3.8 milyar yıl önce
dünyada hayali şekilde tesadüfen ortaya çıkan tek bir canlı hücreden
geldiklerini iddia etmektedir.Tek bir hücrenin nasıl olup da milyonlarca
kompleks canlı türünü oluşturduğu ve eğer gerçekten bu tür bir evrim
gerçekleşmişse neden bunun izlerinin fosil kayıtlarında bulunamadığı, teorinin
açıklayamadığı sorulardandır. Ancak tüm bunlardan önce, iddia edilen evrim
sürecinin ilk basamağı üzerinde durmak gerekir. Sözü edilen o "ilk
hücre" nasıl ortaya çıkmıştır?
Evrim teorisi, Yaratılış'ı cahilce reddettiği için, o "ilk
hücre"nin, hiçbir plan ve düzenleme olmadan, doğa kanunları içinde kör
tesadüflerin ürünü olarak meydana geldiğini iddia eder. Yani teoriye göre,
cansız madde tesadüfler sonucunda ortaya canlı bir hücre çıkarmış olmalıdır.
Ancak bu, bilinen en temel biyoloji kanunlarına aykırı bir iddiadır.
"Hayat Hayattan Gelir"
Darwin, kitabında hayatın kökeni konusundan hiç söz etmemişti. Çünkü onun
dönemindeki ilkel bilim anlayışı, canlıların çok basit bir yapıya sahip
olduklarını varsayıyordu. Ortaçağ'dan beri inanılan "spontane
jenerasyon" adlı teoriye göre, cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip,
canlı bir varlık oluşturabileceklerine inanılıyordu. Bu dönemde böceklerin
yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi.
Bunu ispatlamak için de ilginç deneyler yapılmıştı. Kirli bir paçavranın
üzerine biraz buğday konmuş ve biraz beklendiğinde bu karışımdan farelerin
oluşacağı sanılmıştı.
Etlerin kurtlanması da hayatın cansız maddelerden türeyebildiğine bir delil
sayılıyordu. Oysa daha sonra anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki kurtlar
kendiliklerinden oluşmuyorlar, sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen
larvalardan çıkıyorlardı.
Darwin'in Türlerin Kökeni adlı
kitabını yazdığı dönemde ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri
inancı, bilim dünyasında yaygın bir kabul görüyordu.
Oysa Darwin'in kitabının yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü Fransız
biyolog Louis Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı kesin olarak çürüttü.
Pasteur yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle
özetlemişti:
"Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak
tarihe gömülmüştür." (Sidney Fox, Klaus Dose, Molecular Evolution and The
Origin of Life, New York: Marcel Dekker, 1977, s. 2)
Evrim teorisinin savunucuları, Pasteur'ün bulgularına karşı uzun süre
direndiler. Ancak gelişen bilim, canlı hücresinin karmaşık yapısını ortaya
çıkardıkça, hayatın kendiliğinden oluşabileceği iddiasının geçersizliği daha da
açık hale geldi.
20. Yüzyıldaki Sonuçsuz Çabalar
20. yüzyılda hayatın kökeni konusunu ele alan ilk evrimci, ünlü Rus biyolog
Alexander Oparin oldu. Oparin, 1930'lu yıllarda ortaya attığı birtakım
tezlerle, canlı hücresinin tesadüfen meydana gelebileceğini ispat etmeye
çalıştı. Ancak bu çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı
yapmak zorunda kalacaktı:
"Maalesef hücrenin kökeni, evrim teorisinin tümünü içine alan en
karanlık noktayı oluşturmaktadır." (Alexander I. Oparin, Origin of Life,
(1936) New York, Dover Publications, 1953 (Reprint), s.196)
Oparin'in yolunu izleyen evrimciler, hayatın kökeni konusunu çözüme
kavuşturacak deneyler yapmaya çalıştılar. Bu deneylerin en ünlüsü, Amerikalı
kimyacı Stanley Miller tarafından 1953 yılında düzenlendi. Miller, ilkel dünya
atmosferinde olduğunu iddia ettiği gazları bir deney düzeneğinde birleştirerek
ve bu karışıma enerji ekleyerek, proteinlerin yapısında kullanılan birkaç
organik molekül (aminoasit) sentezledi. O yıllarda evrim adına önemli bir aşama
gibi tanıtılan bu deneyin geçerli olmadığı ve deneyde kullanılan atmosferin
gerçek dünya koşullarından çok farklı olduğu, ilerleyen yıllarda ortaya
çıkacaktı. ("New Evidence on
Evolution of Early Atmosphere and Life", Bulletin of the American
Meteorological Society, c. 63, Kasım 1982, s. 1328-1330)
Uzun süren bir sessizlikten sonra Miller'in kendisi de kullandığı atmosfer
ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti. (Stanley
Miller, Molecular Evolution of Life: Current Status of the Prebiotic Synthesis
of Small Molecules, 1986, s. 7)
Hayatın kökeni sorununu açıklamak için 20. yüzyıl boyunca yürütülen tüm
evrimci çabalar hep başarısızlıkla sonuçlandı. San Diego Scripps Enstitüsü'nden
ünlü jeokimyacı Jeffrey Bada, evrimci Earth dergisinde 1998 yılında yayınlanan
bir makalede bu gerçeği şöyle kabul eder:
Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip
olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde
nasıl başladı? (Jeffrey Bada, Earth, Şubat 1998, s. 40)
Hayatın Kompleks Yapısı
Evrimcilerin hayatın kökeni konusunda bu denli büyük bir açmaza
girmelerinin başlıca nedeni, Darwinistlerin en basit zannettikleri canlı yapıların
bile olağanüstü derecede kompleks özelliklere sahip olmasıdır. Canlı hücresi,
insanoğlunun yaptığı bütün teknolojik ürünlerden daha komplekstir. Öyle ki,
bugün dünyanın en gelişmiş laboratuvarlarında bile cansız maddeler biraraya
getirilerek canlı bir hücre, hatta hücreye ait tek bir protein bile
üretilememektedir.
Bir hücrenin meydana gelmesi için gereken şartlar, asla rastlantılarla
açıklanamayacak kadar fazladır. Ancak bunu detaylarıyla açıklamaya bile gerek
yoktur. Evrimciler daha hücre aşamasına gelmeden çıkmaza girerler. Çünkü
hücrenin yapı taşlarından biri olan proteinlerin tek bir tanesinin dahi
tesadüfen meydana gelmesi ihtimali matematiksel olarak "0"dır.
Bunun nedenlerinden başlıcası bir
proteinin oluşması için başka proteinlerin varlığının gerekmesidir ki bu durum,
bir proteinin tesadüfen oluşma ihtimalini tamamen ortadan kaldırır. Dolayısıyla
tek başına bu gerçek bile evrimcilerin tesadüf iddiasını en baştan yok etmek
için yeterlidir. Konunun önemi açısından özetle açıklayacak olursak,
1. Enzimler olmadan protein
sentezlenemez ve enzimler de birer proteindir.
2. Tek bir proteinin sentezlenmesi
için 100’e yakın proteinin hazır bulunması gerekmektedir. Dolayısıyla
proteinlerin varlığı için proteinler gerekir.
3. Proteinleri sentezleyen enzimleri
DNA üretir. DNA olmadan protein sentezlenemez. Dolayısıyla proteinlerin
oluşabilmesi için DNA da gerekir.
4. Protein sentezleme işleminde
hücredeki tüm organellerin önemli görevleri vardır. Yani proteinlerin
oluşabilmesi için, eksiksiz ve tam işleyen bir hücrenin tüm organelleri ile var
olması gerekmektedir.
Hücrenin çekirdeğinde yer alan ve genetik bilgiyi saklayan DNA molekülü
ise, inanılmaz bir bilgi bankasıdır. İnsan DNA'sının içerdiği bilginin, eğer
kağıda dökülmeye kalkılsa, 500'er sayfadan oluşan 900 ciltlik bir kütüphane
oluşturacağı hesaplanmaktadır.
Bu noktada çok ilginç bir ikilem daha vardır: DNA, yalnız birtakım
özelleşmiş proteinlerin (enzimlerin) yardımı ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin
sentezi de ancak DNA'daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Birbirine bağımlı
olduklarından, eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var
olmaları gerekir. Bu ise, hayatın kendiliğinden oluştuğu senaryosunu çıkmaza
sokmaktadır. San Diego California Üniversitesi'nden ünlü evrimci Prof. Leslie
Orgel, Scientific American dergisinin Ekim 1994 tarihli sayısında bu gerçeği
şöyle itiraf eder:
Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin
(RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı
derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de
mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının
asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır. (Leslie E. Orgel, The
Origin of Life on Earth, Scientific American, c. 271, Ekim 1994, s. 78)
Kuşkusuz eğer hayatın kör tesadüfler neticesinde kendi kendine ortaya
çıkması imkansız ise, bu durumda hayatın yaratıldığını kabul etmek gerekir. Bu
gerçek, en temel amacı Yaratılış'ı reddetmek olan evrim teorisini açıkça
geçersiz kılmaktadır.
Evrimin Hayali Mekanizmaları
Darwin'in teorisini geçersiz kılan ikinci büyük nokta, teorinin "evrim
mekanizmaları" olarak öne sürdüğü iki kavramın da gerçekte hiçbir
evrimleştirici güce sahip olmadığının anlaşılmış olmasıdır. Darwin, ortaya
attığı evrim iddiasını tamamen "doğal seleksiyon" mekanizmasına
bağlamıştı. Bu mekanizmaya verdiği önem, kitabının isminden de açıkça
anlaşılıyordu: Türlerin Kökeni, Doğal
Seleksiyon Yoluyla...
Doğal seleksiyon, doğal seçme demektir. Doğadaki yaşam mücadelesi içinde,
doğal şartlara uygun ve güçlü canlıların hayatta kalacağı düşüncesine dayanır.
Örneğin yırtıcı hayvanlar tarafından tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha
hızlı koşabilen geyikler hayatta kalacaktır. Böylece geyik sürüsü, hızlı ve
güçlü bireylerden oluşacaktır. Ama elbette bu mekanizma, geyikleri
evrimleştirmez, onları başka bir canlı türüne, örneğin atlara dönüştürmez.
Dolayısıyla doğal seleksiyon mekanizması hiçbir evrimleştirici güce sahip
değildir. Darwin de bu gerçeğin farkındaydı ve Türlerin Kökeni adlı kitabında
"Faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey
yapamaz" demek zorunda kalmıştı. (Charles
Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard
University Press, 1964, s. 189)
Lamarck'ın Etkisi
Peki bu "faydalı değişiklikler" nasıl oluşabilirdi? Darwin, kendi
döneminin ilkel bilim anlayışı içinde, bu soruyu Lamarck'a dayanarak
cevaplamaya çalışmıştı. Darwin'den önce yaşamış olan Fransız biyolog Lamarck'a
göre, canlılar yaşamları sırasında geçirdikleri fiziksel değişiklikleri sonraki
nesle aktarıyorlar, nesilden nesile biriken bu özellikler sonucunda yeni türler
ortaya çıkıyordu. Örneğin Lamarck'a göre
zürafalar ceylanlardan türemişlerdi, yüksek ağaçların yapraklarını yemek için
çabalarken nesilden nesile boyunları uzamıştı.
Darwin de benzeri örnekler vermiş, örneğin Türlerin Kökeni adlı kitabında,
yiyecek bulmak için suya giren bazı ayıların zamanla balinalara dönüştüğünü
iddia etmişti. (Charles Darwin, The
Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press,
1964, s. 184)
Ama Mendel'in keşfettiği ve 20.yüzyılda gelişen genetik bilimiyle
kesinleşen kalıtım kanunları, kazanılmış özelliklerin sonraki nesillere
aktarılması efsanesini kesin olarak yıktı. Böylece doğal seleksiyon "tek
başına" ve dolayısıyla tümüyle etkisiz bir mekanizma olarak kalmış
oluyordu.
Neo-Darwinizm ve Mutasyonlar
Darwinistler ise bu duruma bir çözüm bulabilmek için 1930'ların sonlarında,
"Modern Sentetik Teori"yi ya da daha yaygın ismiyle neo-Darwinizm'i
ortaya attılar. Neo-Darwinizm, doğal seleksiyonun yanına "faydalı
değişiklik sebebi" olarak mutasyonları, yani canlıların genlerinde
radyasyon gibi dış etkiler ya da kopyalama hataları sonucunda oluşan bozulmaları
ekledi.
Bugün de hala bilimsel olarak geçersiz olduğunu bilmelerine rağmen,
Darwinistlerin savunduğu model neo-Darwinizm'dir. Teori, yeryüzünde bulunan
milyonlarca canlı türünün, bu canlıların, kulak, göz, akciğer, kanat gibi
sayısız kompleks organlarının "mutasyonlara", yani genetik
bozukluklara dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmektedir. Ama
teoriyi çaresiz bırakan açık bir bilimsel gerçek vardır: Mutasyonlar canlıları geliştirmezler, aksine her zaman için canlılara
zarar verirler.
Bunun nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül
üzerinde oluşan herhangi bir tesadüfi etki ancak zarar verir. Amerikalı
genetikçi B. G. Ranganathan bunu şöyle açıklar:
Mutasyonlar küçük, rasgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana
gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu üç özellik, mutasyonların
evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede
özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya
etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rasgele bir
değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya
en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım
getirir. (B. G. Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust,
1988)
Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı, yani genetik bilgiyi geliştiren
mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü.
Anlaşıldı ki, evrim teorisinin "evrim mekanizması" olarak gösterdiği
mutasyonlar, gerçekte canlıları sadece tahrip eden, sakat bırakan genetik
olaylardır. (İnsanlarda mutasyonun en sık görülen etkisi de kanserdir.) Elbette
tahrip edici bir mekanizma "evrim mekanizması" olamaz. Doğal
seleksiyon ise, Darwin'in de kabul ettiği gibi, "tek başına hiçbir şey
yapamaz." Bu gerçek bizlere doğada hiçbir "evrim mekanizması"
olmadığını göstermektedir. Evrim mekanizması olmadığına göre de, evrim denen
hayali süreç yaşanmış olamaz.
Fosil Kayıtları: Ara Formlardan Eser Yok
Evrim teorisinin iddia ettiği senaryonun yaşanmamış olduğunun en açık
göstergesi ise fosil kayıtlarıdır.Evrim teorisinin bilim dışı iddiasına göre
bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden var olan bir canlı türü,
zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır.
Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca yıl süren uzun bir zaman dilimini
kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir.
Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız "ara
türler"in oluşmuş ve yaşamış olmaları gerekir.
Örneğin geçmişte, balık özelliklerini taşımalarına rağmen, bir yandan da
bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar
yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı
kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir
geçiş sürecinde oldukları için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır.
Evrimciler geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu hayali varlıklara "ara-geçiş formu" adını
verirler.
Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışlarsa bunların sayılarının
ve çeşitlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması gerekir. Ve bu garip
canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında rastlanması gerekir.
Darwin, Türlerin Kökeni'nde bunu şöyle açıklamıştır:nu şöyle açıklamıştır:
Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş
çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları
da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir. (Charles Darwin, The Origin
of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964,
s. 179)
Ancak bu satırları yazan Darwin, bu ara formların fosillerinin bir türlü
bulunamadığının da farkındaydı. Bunun teorisi için büyük bir açmaz
oluşturduğunu görüyordu. Bu yüzden, Türlerin Kökeni kitabının "Teorinin
Zorlukları" (Difficulties on Theory) adlı bölümünde şöyle yazmıştı:
Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna
rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış
ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün
sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz... Niçin her
jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi
derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime
karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır. (Charles Darwin, The Origin of
Species, s. 172, 280)
Darwin'in Yıkılan Umutları
Ancak 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil
araştırmaları yapıldığı halde bu ara geçiş formlarına rastlanamamıştır. Yapılan
kazılarda ve araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin
beklediklerinin aksine, canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz
bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermiştir.
Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci
olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler
ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılaşırız;
kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz.
(Derek A. Ager, "The Nature of the Fossil Record", Proceedings of the
British Geological Association, c. 87, 1976, s. 133)
Yani fosil kayıtlarında, tüm canlı türleri, aralarında hiçbir geçiş formu
olmadan eksiksiz biçimleriyle aniden ortaya çıkmaktadırlar. Bu, Darwin'in
öngörülerinin tam aksidir. Dahası, bu canlı türlerinin yaratıldıklarını
gösteren çok güçlü bir delildir. Çünkü bir canlı türünün, kendisinden
evrimleştiği hiçbir atası olmadan, bir anda ve kusursuz olarak ortaya
çıkmasının tek açıklaması, o türün yaratılmış olmasıdır. Bu gerçek, ünlü
evrimci biyolog Douglas Futuyma tarafından da kabul edilir:
Yaratılış ve evrim, yaşayan canlıların kökeni hakkında yapılabilecek yegane
iki açıklamadır. Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir
biçimde ortaya çıkmışlardır ya da böyle olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa, bir
değişim süreci sayesinde kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden
evrimleşerek meydana gelmiş olmalıdırlar. Ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir
biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde sonsuz güç sahibi bir akıl tarafından
yaratılmış olmaları gerekir. (Douglas J. Futuyma, Science on Trial, New York:
Pantheon Books, 1983. s. 197)
Fosiller ise, canlıların yeryüzünde eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya
çıktıklarını göstermektedir. Yani "türlerin
kökeni", Darwin'in sandığının aksine, evrim değil yaratılıştır.
İnsanın Evrimi Masalı
Evrim teorisini savunanların en çok gündeme getirdikleri konu, insanın
kökeni konusudur. Bu konudaki Darwinist iddia, insanın sözde maymunsu birtakım
yaratıklardan geldiğini varsayar. 4-5 milyon yıl önce başladığı varsayılan bu
süreçte, insan ile hayali ataları arasında bazı "ara form"ların yaşadığı
iddia edilir. Gerçekte tümüyle hayali olan bu senaryoda dört temel
"kategori" sayılır:
1- Australopithecus
2- Homo habilis
3- Homo erectus
4- Homo sapiens
Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu atalarına "güney
maymunu" anlamına gelen "Australopithecus" ismini verirler. Bu
canlılar gerçekte soyu tükenmiş bir maymun türünden başka bir şey değildir.
Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere ve ABD'den dünyaca
ünlü iki anatomistin Australopithecus örnekleri üzerinde yaptıkları çok geniş
kapsamlı çalışmalar, bu canlıların sadece soyu tükenmiş bir maymun türüne ait
olduklarını ve insanlarla hiçbir benzerlik taşımadıklarını göstermiştir. (Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower,
New York: Toplinger Publications, 1970, s. 75-94; Charles E. Oxnard, "The
Place of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt",
Nature, c. 258, s. 389)
Evrimciler insan evriminin bir sonraki safhasını da, "homo" yani
insan olarak sınıflandırırlar. İddiaya göre homo serisindeki canlılar,
Australopithecuslar'dan daha gelişmişlerdir. Evrimciler, bu farklı canlılara
ait fosilleri ardı ardına dizerek hayali bir evrim şeması oluştururlar. Bu şema
hayalidir, çünkü gerçekte bu farklı sınıfların arasında evrimsel bir ilişki
olduğu asla ispatlanamamıştır. Evrim teorisinin 20. yüzyıldaki en önemli
savunucularından biri olan Ernst Mayr, "Homo sapiens'e uzanan zincir
gerçekte kayıptır" diyerek bunu kabul eder. (J. Rennie, "Darwin's Current Bulldog: Ernst Mayr",
Scientific American, Aralık 1992)
Evrimciler "Australopithecus
> Homo habilis > Homo erectus > Homo sapiens" sıralamasını
yazarken, bu türlerin her birinin, bir sonrakinin atası olduğu izlenimini
verirler. Oysa paleoantropologların son bulguları, Australopithecus, Homo
habilis ve Homo erectus'un dünya'nın farklı bölgelerinde aynı dönemlerde
yaşadıklarını göstermektedir. (Alan
Walker, Science, c. 207, 1980, s. 1103; A. J. Kelso, Physical Antropology, 1.
baskı, New York: J. B. Lipincott Co., 1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai
Gorge, c. 3, Cambridge: Cambridge University Press, 1971, s. 272)
Dahası Homo erectus sınıflamasına
ait insanların bir bölümü çok modern zamanlara kadar yaşamışlar, Homo sapiens
neandertalensis ve Homo sapiens sapiens
insan ile aynı ortamda yan yana bulunmuşlardır. (Time, Kasım 1996)
Bu ise elbette bu sınıfların birbirlerinin ataları oldukları iddiasının
geçersizliğini açıkça ortaya koymaktadır. Harvard Üniversitesi
paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de bir evrimci olmasına karşın,
Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle açıklar:
Eğer birbiri ile paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı)
çizgisi varsa, o halde bizim soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki, bunların biri
diğerinden gelmiş olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel
bir gelişme trendi göstermemektedirler. (S. J. Gould, Natural History, c. 85,
1976, s. 30)
Kısacası, medyada ya da ders kitaplarında yer alan hayali birtakım
"yarı maymun, yarı insan" canlıların çizimleriyle, yani sırf
propaganda yoluyla ayakta tutulmaya çalışılan insanın evrimi senaryosu, hiçbir
bilimsel temeli olmayan bir masaldan ibarettir.
Bu konuyu uzun yıllar inceleyen, özellikle Australopithecus fosilleri
üzerinde 15 yıl araştırma yapan İngiltere'nin en ünlü ve saygın bilim
adamlarından Lord Solly Zuckerman, bir evrimci olmasına rağmen, ortada maymunsu
canlılardan insana uzanan gerçek bir soy ağacı olmadığı sonucuna varmıştır.
Zuckerman bir de ilginç bir "bilim skalası" yapmıştır. Bilimsel
olarak kabul ettiği bilgi dallarından, bilim dışı olarak kabul ettiği bilgi dallarına
kadar bir yelpaze oluşturmuştur. Zuckerman'ın bu tablosuna göre en
"bilimsel" -yani somut verilere dayanan- bilgi dalları kimya ve
fiziktir. Yelpazede bunlardan sonra biyoloji bilimleri, sonra da sosyal
bilimler gelir. Yelpazenin en ucunda, yani en "bilim dışı" sayılan
kısımda ise, Zuckerman'a göre, telepati, altıncı his gibi "duyum ötesi
algılama" kavramları ve bir de "insanın evrimi" vardır!
Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle açıklar:
Objektif gerçekliğin alanından çıkıp da, biyolojik bilim olarak varsayılan
bu alanlara -yani duyum ötesi algılamaya ve insanın fosil tarihinin
yorumlanmasına- girdiğimizde, evrim teorisine inanan bir kimse için herşeyin
mümkün olduğunu görürüz. Öyle ki teorilerine kesinlikle inanan bu kimselerin
çelişkili bazı yargıları aynı anda kabul etmeleri bile mümkündür. (Solly
Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s.
19)
İşte insanın evrimi masalı da, teorilerine körü körüne inanan birtakım
insanların buldukları bazı fosilleri ön yargılı bir biçimde yorumlamalarından
ibarettir.
Darwin Formülü!
Şimdiye kadar ele aldığımız tüm teknik delillerin yanında, isterseniz
evrimcilerin nasıl saçma bir inanışa sahip olduklarını bir de çocukların bile
anlayabileceği kadar açık bir örnekle özetleyelim.
Evrim teorisi canlılığın tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla
bu akıl dışı iddiaya göre cansız ve şuursuz atomlar biraraya gelerek önce
hücreyi oluşturmuşlardır ve sonrasında aynı atomlar bir şekilde diğer canlıları
ve insanı meydana getirmişlerdir. Şimdi düşünelim; canlılığın yapıtaşı olan
karbon, fosfor, azot, potasyum gibi elementleri biraraya getirdiğimizde bir
yığın oluşur. Bu atom yığını, hangi işlemden geçirilirse geçirilsin, tek bir
canlı oluşturamaz. İsterseniz bu konuda bir "deney" tasarlayalım ve
evrimcilerin aslında savundukları, ama yüksek sesle dile getiremedikleri
iddiayı onlar adına "Darwin Formülü" adıyla inceleyelim:
Evrimciler, çok sayıda büyük varilin içine canlılığın yapısında bulunan
fosfor, azot, karbon, oksijen, demir, magnezyum gibi elementlerden bol miktarda
koysunlar. Hatta normal şartlarda bulunmayan ancak bu karışımın içinde
bulunmasını gerekli gördükleri malzemeleri de bu varillere eklesinler.
Karışımların içine, istedikleri kadar amino asit, istedikleri kadar da protein doldursunlar. Bu karışımlara
istedikleri oranda ısı ve nem versinler. Bunları istedikleri gelişmiş
cihazlarla karıştırsınlar. Varillerin başına da dünyanın önde gelen bilim
adamlarını koysunlar. Bu uzmanlar babadan oğula, kuşaktan kuşağa aktararak
nöbetleşe milyarlarca, hatta trilyonlarca sene sürekli varillerin başında
beklesinler. Bir canlının oluşması için hangi şartların var olması gerektiğine
inanılıyorsa hepsini kullanmak serbest olsun. Ancak, ne yaparlarsa yapsınlar o
varillerden kesinlikle bir canlı çıkartamazlar. Zürafaları, aslanları, arıları,
kanaryaları, bülbülleri, papağanları, atları, yunusları, gülleri, orkideleri,
zambakları, karanfilleri, muzları, portakalları, elmaları, hurmaları,
domatesleri, kavunları, karpuzları, incirleri, zeytinleri, üzümleri,
şeftalileri, tavus kuşlarını, sülünleri, renk renk kelebekleri ve bunlar gibi
milyonlarca canlı türünden hiçbirini oluşturamazlar. Değil burada birkaçını
saydığımız bu canlı varlıkları, bunların tek bir hücresini bile elde edemezler.
Kısacası, bilinçsiz atomlar biraraya
gelerek hücreyi oluşturamazlar. Sonra yeni bir karar vererek bir hücreyi
ikiye bölüp, sonra art arda başka kararlar alıp, elektron mikroskobunu bulan,
sonra kendi hücre yapısını bu mikroskop altında izleyen profesörleri oluşturamazlar.
Madde, ancak Allah'ın üstün yaratmasıyla
hayat bulur.
Bunun aksini iddia eden evrim teorisi ise, akla tamamen aykırı bir
safsatadır. Evrimcilerin ortaya attığı iddialar üzerinde biraz bile düşünmek,
üstteki örnekte olduğu gibi, bu gerçeği açıkça gösterir.
Göz ve Kulaktaki Teknoloji
Evrim teorisinin kesinlikle açıklama getiremeyeceği bir diğer konu ise göz
ve kulaktaki üstün algılama kalitesidir.
Gözle ilgili konuya geçmeden önce "Nasıl görürüz?" sorusuna
kısaca cevap verelim. Bir cisimden gelen ışınlar, gözde retinaya ters olarak
düşer. Bu ışınlar, buradaki hücreler tarafından elektrik sinyallerine
dönüştürülür ve beynin arka kısmındaki görme merkezi denilen küçücük bir
noktaya ulaşır. Bu elektrik sinyalleri bir dizi işlemden sonra beyindeki bu
merkezde görüntü olarak algılanır. Bu bilgiden sonra şimdi düşünelim:
Beyin ışığa kapalıdır. Yani beynin içi kapkaranlıktır, ışık beynin
bulunduğu yere kadar giremez. Görüntü merkezi denilen yer kapkaranlık, ışığın
asla ulaşmadığı, belki de hiç karşılaşmadığınız kadar karanlık bir yerdir.
Ancak siz bu zifiri karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl bir dünyayı
seyretmektesiniz.
Üstelik bu o kadar net ve kaliteli bir görüntüdür ki 21. yüzyıl teknolojisi
bile her türlü imkana rağmen bu netliği sağlayamamıştır. Örneğin şu anda
okuduğunuz kitaba, kitabı tutan ellerinize bakın, sonra başınızı kaldırın ve
çevrenize bakın. Şu anda gördüğünüz
netlik ve kalitedeki bu görüntüyü başka bir yerde gördünüz mü? Bu kadar net bir
görüntüyü size dünyanın bir numaralı televizyon şirketinin ürettiği en gelişmiş
televizyon ekranı dahi veremez. 100 yıldır binlerce mühendis bu netliğe
ulaşmaya çalışmaktadır. Bunun için fabrikalar, dev tesisler kurulmakta,
araştırmalar yapılmakta, planlar ve tasarımlar geliştirilmektedir. Yine bir TV
ekranına bakın, bir de şu anda elinizde tuttuğunuz bu kitaba. Arada büyük bir
netlik ve kalite farkı olduğunu göreceksiniz. Üstelik, TV ekranı size iki
boyutlu bir görüntü gösterir, oysa siz üç boyutlu, derinlikli bir perspektifi
izlemektesiniz.
Uzun yıllardır on binlerce mühendis üç boyutlu TV yapmaya, gözün görme
kalitesine ulaşmaya çalışmaktadırlar. Evet, üç boyutlu bir televizyon sistemi
yapabildiler ama onu da gözlük takmadan üç boyutlu görmek mümkün değil, kaldı
ki bu suni bir üç boyuttur. Arka taraf daha bulanık, ön taraf ise kağıttan
dekor gibi durur. Hiçbir zaman gözün gördüğü kadar net ve kaliteli bir görüntü
oluşmaz. Kamerada da, televizyonda da mutlaka görüntü kaybı meydana gelir.
İşte evrimciler, bu kaliteli ve net görüntüyü oluşturan mekanizmanın
tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedirler. Şimdi biri size, odanızda duran
televizyon tesadüfler sonucunda oluştu, atomlar biraraya geldi ve bu görüntü
oluşturan aleti meydana getirdi dese ne düşünürsünüz? Binlerce kişinin biraraya
gelip yapamadığını şuursuz atomlar nasıl yapsın?
Gözün gördüğünden daha ilkel olan bir görüntüyü oluşturan alet tesadüfen
oluşamıyorsa, gözün ve gözün gördüğü görüntünün de tesadüfen oluşamayacağı çok
açıktır. Aynı durum kulak için de geçerlidir. Dış kulak, çevredeki sesleri kulak
kepçesi vasıtasıyla toplayıp orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses
titreşimlerini güçlendirerek iç kulağa aktarır; iç kulak da bu titreşimleri
elektrik sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir. Aynen görmede olduğu gibi
duyma işlemi de beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir.
Gözdeki durum kulak için de geçerlidir, yani beyin, ışık gibi sese de
kapalıdır, ses geçirmez. Dolayısıyla dışarısı ne kadar gürültülü de olsa beynin
içi tamamen sessizdir. Buna rağmen en net sesler beyinde algılanır. Ses geçirmeyen
beyninizde bir orkestranın senfonilerini dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm
gürültüsünü duyarsınız. Ama o anda hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses
düzeyi ölçülse, burada keskin bir sessizliğin hakim olduğu görülecektir.
Net bir görüntü elde edebilmek ümidiyle teknoloji nasıl kullanılıyorsa, ses
için de aynı çabalar onlarca yıldır sürdürülmektedir. Ses kayıt cihazları,
müzik setleri, birçok elektronik alet, sesi algılayan müzik sistemleri bu
çalışmalardan bazılarıdır. Ancak, tüm teknolojiye, bu teknolojide çalışan
binlerce mühendise ve uzmana rağmen kulağın oluşturduğu netlik ve kalitede bir
sese ulaşılamamıştır. En büyük müzik sistemi şirketinin ürettiği en kaliteli
müzik setini düşünün. Sesi kaydettiğinde mutlaka sesin bir kısmı kaybolur veya
az da olsa mutlaka parazit oluşur veya müzik setini açtığınızda daha müzik
başlamadan bir cızırtı mutlaka duyarsınız. Ancak insan vücudundaki teknolojinin
ürünü olan sesler son derece net ve kusursuzdur. Bir insan kulağı, hiçbir zaman
müzik setinde olduğu gibi cızırtılı veya parazitli algılamaz; ses ne ise tam ve
net bir biçimde onu algılar. Bu durum, insan yaratıldığı günden bu yana
böyledir.
Şimdiye kadar insanoğlunun yaptığı hiçbir görüntü ve ses cihazı, göz ve
kulak kadar hassas ve başarılı birer algılayıcı olamamıştır.
Ancak görme ve işitme olayında, tüm bunların ötesinde, çok büyük bir gerçek
daha vardır.
Beynin İçinde Gören ve Duyan Şuur Kime Aittir?
Beynin içinde, ışıl ışıl renkli bir dünyayı seyreden, senfonileri, kuşların
cıvıltılarını dinleyen, gülü koklayan kimdir?
İnsanın gözlerinden, kulaklarından, burnundan gelen uyarılar, elektrik
sinyali olarak beyne gider. Biyoloji, fizyoloji veya biyokimya kitaplarında bu
görüntünün beyinde nasıl oluştuğuna dair birçok detay okursunuz. Ancak, bu konu
hakkındaki en önemli gerçeğe hiçbir yerde rastlayamazsınız: Beyinde, bu
elektrik sinyallerini görüntü, ses, koku ve his olarak algılayan kimdir? Beynin
içinde göze, kulağa, burna ihtiyaç duymadan tüm bunları algılayan bir şuur
bulunmaktadır. Bu şuur kime aittir?
Elbette bu şuur beyni oluşturan sinirler, yağ tabakası ve sinir hücrelerine
ait değildir. İşte bu yüzden, herşeyin maddeden ibaret olduğunu zanneden
Darwinist-materyalistler bu sorulara hiçbir cevap verememektedirler. Çünkü bu
şuur, Allah'ın yaratmış olduğu ruhtur. Ruh, görüntüyü seyretmek için göze, sesi
duymak için kulağa ihtiyaç duymaz. Bunların da ötesinde düşünmek için beyne
ihtiyaç duymaz.
Bu açık ve ilmi gerçeği okuyan her insanın, beynin içindeki birkaç
santimetreküplük, kapkaranlık mekana tüm kainatı üç boyutlu, renkli, gölgeli ve
ışıklı olarak sığdıran Yüce Allah'ı düşünüp, O'ndan korkup, O'na sığınması
gerekir.
Materyalist Bir İnanç
Buraya kadar incelediklerimiz, evrim teorisinin bilimsel bulgularla açıkça
çelişen bir iddia olduğunu göstermektedir. Teorinin hayatın kökeni hakkındaki
iddiası bilime aykırıdır, öne sürdüğü evrim mekanizmalarının hiçbir
evrimleştirici etkisi yoktur ve fosiller teorinin gerektirdiği ara formların
yaşamadıklarını göstermektedir. Bu durumda, elbette, evrim teorisinin bilime
aykırı bir düşünce olarak bir kenara atılması gerekir. Nitekim tarih boyunca
dünya merkezli evren modeli gibi pek çok düşünce, bilimin gündeminden
çıkarılmıştır. Ama evrim teorisi ısrarla bilimin gündeminde tutulmaktadır.
Hatta bazı insanlar teorinin eleştirilmesini "bilime saldırı" olarak
göstermeye bile çalışmaktadırlar. Peki neden?..
Bu durumun nedeni, evrim teorisinin bazı çevreler için, kendisinden asla
vazgeçilemeyecek dogmatik bir inanış oluşudur. Bu çevreler, materyalist
felsefeye körü körüne bağlıdırlar ve Darwinizm'i de doğaya getirilebilecek
yegane materyalist açıklama olduğu için benimsemektedirler.
Bazen bunu açıkça itiraf da ederler. Harvard Üniversitesi'nden ünlü bir
genetikçi ve aynı zamanda önde gelen bir evrimci olan Richard Lewontin,
"önce materyalist, sonra bilim adamı" olduğunu şöyle itiraf
etmektedir:
Bizim materyalizme bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş,
doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama
getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine,
materyalizme olan 'a priori' bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir
açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm
mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin
veremeyiz. (Richard Lewontin, "The Demon-Haunted World", The New York
Review of Books, 9 Ocak 1997, s. 28)
Bu sözler, Darwinizm'in, materyalist felsefeye bağlılık uğruna yaşatılan
bir dogma olduğunun açık ifadeleridir. Bu dogma, maddeden başka hiçbir varlık
olmadığını varsayar. Bu nedenle de cansız, bilinçsiz maddenin, hayatı var
ettiğine inanır. Milyonlarca farklı canlı türünün; örneğin kuşların,
balıkların, zürafaların, kaplanların, böceklerin, ağaçların, çiçeklerin,
balinaların ve insanların maddenin kendi içindeki etkileşimlerle, yani yağan
yağmurla, çakan şimşekle, cansız maddenin içinden oluştuğunu kabul eder.
Gerçekte ise bu, hem akla hem bilime aykırı bir kabuldür. Ama Darwinistler
kendilerince Allah'ın apaçık olan varlığını kabul etmemek için, bu akıl ve
bilim dışı kabulü cehaletle savunmaya devam etmektedirler.
Canlıların kökenine materyalist bir ön yargı ile bakmayan insanlar ise, şu
açık gerçeği görürler: Tüm canlılar, üstün bir güç, bilgi ve akla sahip olan
bir Yaratıcının eseridirler. Yaratıcı, tüm evreni yoktan var eden, en kusursuz
biçimde düzenleyen ve tüm canlıları yaratıp şekillendiren Allah'tır.
Evrim Teorisi Dünya Tarihinin En Etkili Büyüsüdür
Burada şunu da belirtmek gerekir ki, ön yargısız, hiçbir ideolojinin etkisi
altında kalmadan, sadece aklını ve mantığını kullanan her insan, bilim ve
medeniyetten uzak toplumların hurafelerini andıran evrim teorisinin inanılması
imkansız bir iddia olduğunu kolaylıkla anlayacaktır.
Yukarıda da belirtildiği gibi, evrim teorisine inananlar, büyük bir varilin
içine birçok atomu, molekülü, cansız maddeyi dolduran ve bunların karışımından
zaman içinde düşünen, akleden, buluşlar yapan profesörlerin, üniversite
öğrencilerinin, Einstein, Hubble gibi bilim adamlarının, Frank Sinatra, Charlton
Heston gibi sanatçıların, bunun yanı sıra ceylanların, limon ağaçlarının,
karanfillerin çıkacağına inanmaktadırlar. Üstelik, bu saçma iddiaya inananlar
bilim adamları, pofesörler, kültürlü, eğitimli insanlardır. Bu nedenle evrim
teorisi için "dünya tarihinin en büyük ve en etkili büyüsü" ifadesini
kullanmak yerinde olacaktır. Çünkü, dünya tarihinde insanların bu derece aklını
başından alan, akıl ve mantıkla düşünmelerine imkan tanımayan, gözlerinin önüne
sanki bir perde çekip çok açık olan gerçekleri görmelerine engel olan bir başka
inanç veya iddia daha yoktur.
Bu, Afrikalı bazı kabilelerin totemlere, Sebe halkının Güneş'e tapmasından,
Hz. İbrahim (as)'ın kavminin elleri ile yaptıkları putlara, Hz. Musa (as)'ın
kavminin içinden bazı insanların
altından yaptıkları buzağıya tapmalarından çok daha vahim ve akıl almaz
bir körlüktür. Gerçekte bu durum, Allah'ın Kuran'da işaret ettiği bir
akılsızlıktır. Allah, bazı insanların anlayışlarının kapanacağını ve gerçekleri
görmekten aciz duruma düşeceklerini birçok ayetinde bildirmektedir. Bu
ayetlerden bazıları şöyledir:
Şüphesiz,
inkar edenleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar için fark etmez; inanmazlar.
Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde
perdeler vardır. Ve büyük azab onlaradır. (Bakara Suresi, 6-7)
…
Kalbleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler,
kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha
aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)
Allah Hicr Suresi'nde ise, bu insanların mucizeler görseler bile
inanmayacak kadar büyülendiklerini şöyle bildirmektedir:
Onların
üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak, ordan yukarı yükselseler de, mutlaka:
"Gözlerimiz döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir topluluğuz"
diyeceklerdir. (Hicr Suresi, 14-15)
Bu kadar geniş bir kitlenin üzerinde bu büyünün etkili olması, insanların
gerçeklerden bu kadar uzak tutulmaları ve 150 yıldır bu büyünün bozulmaması
ise, kelimelerle anlatılamayacak kadar hayret verici bir durumdur. Çünkü, bir
veya birkaç insanın imkansız senaryolara, saçmalık ve mantıksızlıklarla dolu
iddialara inanmaları anlaşılabilir. Ancak dünyanın dört bir yanındaki
insanların, şuursuz ve cansız atomların ani bir kararla biraraya gelip;
olağanüstü bir organizasyon, disiplin, akıl ve şuur gösterip kusursuz bir
sistemle işleyen evreni, canlılık için uygun olan her türlü özelliğe sahip olan
Dünya gezegenini ve sayısız kompleks sistemle donatılmış canlıları meydana
getirdiğine inanmasının, "büyü"den başka bir açıklaması yoktur.
Nitekim, Allah Kuran'da, inkarcı felsefenin savunucusu olan bazı
kimselerin, yaptıkları büyülerle insanları etkilediklerini Hz. Musa (as) ve
Firavun arasında geçen bir olayla bizlere bildirmektedir. Hz. Musa (as),
Firavun'a hak dini anlattığında, Firavun Hz. Musa (as)'a, kendi "bilgin
büyücüleri" ile insanların toplandığı bir yerde karşılaşmasını söyler. Hz.
Musa (as), büyücülerle karşılaştığında, büyücülere önce onların marifetlerini
sergilemelerini emreder. Bu olayın anlatıldığı ayet şöyledir:
(Musa:)
"Siz atın" dedi. (Asalarını) atıverince, insanların gözlerini
büyüleyiverdiler, onları dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir sihir
getirmiş oldular. (Araf Suresi, 116)
Görüldüğü gibi Firavun'un büyücüleri yaptıkları "aldatmacalar"la
-Hz. Musa (as) ve ona inananlar dışında- insanların hepsini
büyüleyebilmişlerdir. Ancak, onların attıklarına karşılık Hz. Musa (as)'ın
ortaya koyduğu delil, onların bu büyüsünü, ayette bildirildiği gibi "uydurduklarını yutmuş" yani
etkisiz kılmıştır:
Biz
de Musa'ya: "Asanı fırlatıver" diye vahyettik. (O da fırlatıverince)
bir de baktılar ki, o bütün uydurduklarını derleyip-toparlayıp yutuyor. Böylece
hak yerini buldu, onların bütün yapmakta oldukları geçersiz kaldı. Orada
yenilmiş oldular ve küçük düşmüşler olarak tersyüz çevrildiler. (Araf Suresi,
117-119)
Ayetlerde de bildirildiği gibi, daha önce insanları büyüleyerek etkileyen
bu kişilerin yaptıklarının bir sahtekarlık olduğunun anlaşılması ile, söz
konusu insanlar küçük düşmüşlerdir. Günümüzde de bir büyünün etkisiyle,
bilimsellik kılıfı altında son derece saçma iddialara inanan ve bunları
savunmaya hayatlarını adayanlar, eğer bu iddialardan vazgeçmezlerse gerçekler
tam anlamıyla açığa çıktığında ve "büyü bozulduğunda" küçük duruma
düşeceklerdir. Nitekim, yaklaşık 60 yaşına kadar evrimi savunan ve ateist bir
felsefeci olan, ancak daha sonra gerçekleri gören Malcolm Muggeridge evrim
teorisinin yakın gelecekte düşeceği durumu şöyle açıklamaktadır:
Ben kendim, evrim teorisinin,
özellikle uygulandığı alanlarda, geleceğin tarih kitaplarındaki en büyük espri
malzemelerinden biri olacağına ikna oldum. Gelecek kuşak, bu kadar çürük ve
belirsiz bir hipotezin inanılmaz bir saflıkla kabul edilmesini hayretle
karşılayacaktır. (Malcolm Muggeridge, The End of Christendom, Grand Rapids:
Eerdmans, 1980, s.43)
Bu gelecek, uzakta değildir aksine çok yakın bir gelecekte insanlar
"tesadüfler"in ilah olamayacaklarını anlayacaklar ve evrim teorisi
dünya tarihinin en büyük aldatmacası ve en şiddetli büyüsü olarak
tanımlanacaktır. Bu şiddetli büyü, büyük bir hızla dünyanın dört bir yanında
insanların üzerinden kalkmaya başlamıştır. Artık evrim aldatmacasının sırrını
öğrenen birçok insan, bu aldatmacaya nasıl kandığını hayret ve şaşkınlıkla
düşünmektedir.
... Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok.
Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın. (Bakara Suresi,
32)
ARKA KAPAK
Müslüman, Allah'ın, dinine bağlananlara verdiği bir isimdir. Kuran'da tarif
edilen Müslümanları diğer insanlardan ayıran temel fark ise, bu insanların
Allah'ın sonsuz kudretinin tam anlamıyla farkında olmalarıdır.
Allah'ın büyüklüğünü kavramak bunu sözle tasdik etmekten ibaret değildir.
Müslümanlar Allah'ın varlığının ve büyüklüğünün farkına varan, O'nu çok seven,
O'ndan "korkup-sakınan" ve hayatlarını farkına vardıkları bu büyük
gerçeğe göre düzenleyen insanlardır.
Bu kitapta sadece Allah için yaşayan ve Kuran'da tarif edilen mümin modeli
anlatılmaktadır. Unutulmamalıdır ki cennet, Allah'a ve ahirete "kesin bir
bilgiyle" iman edip, sonra da Allah yolunda "ciddi bir çaba"
gösterenlerin yurdudur. Allah'a ancak "bir ucundan ibadet" edip,
Allah'ın rızasının yanında kendi basit çıkarlarını korumaya çalışanlar ise
Kuran'da bildirildiği üzere kayıptadırlar. (Hac Suresi, 11)
YAZAR HAKKINDA: Harun Yahya müstear
ismini kullanan Adnan Oktar, 1956 yılında Ankara'da doğdu. 1980'li yıllardan bu
yana, imani, bilimsel ve siyasi konularda pek çok eser hazırladı. Bunların yanı
sıra, yazarın evrimcilerin sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve
Darwinizm'in kanlı ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok
önemli eserleri bulunmaktadır.
Yazarın tüm çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın tebliğini dünyaya
ulaştırmak, böylelikle insanları Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret gibi temel
imani konular üzerinde düşünmeye sevk etmek ve inkarcı sistemlerin çürük
temellerini ve sapkın uygulamalarını gözler önüne sermektir. Nitekim yazarın,
bugüne kadar 73 ayrı dile çevrilen 300’den fazla eseri, dünya çapında geniş bir
okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Harun Yahya Külliyatı, -Allah'ın izniyle- 21. yüzyılda dünya insanlarını
Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk ve adalete, güzellik ve
mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.